21. yüzyılda Dünya, zengin ile yoksul arasındaki muazzam eşitsizliklerin, ırkçılığın, milliyetçi ve şovenist önyargıların, barbarca işgal ve sömürü politikalarının, haksız savaşların dünyası olmaya devam etmektedir. İşlerin her zaman böyle olduğuna, dolayısıyla başka türlü olamayacağına inanmak çok kolaydır. Böyle bir mesaj çok sayıda yazar, düşünür, politikacı, sosyolog ve psikiyatrist tarafından her yerde dile getirilmektedir. Bunlar hiyerarşi, itaat, açgözlülük ve zorbalığı insan davranışının doğal özelliğiymiş gibi betimlemektedirler. Gerçekten de bunları, tüm hayvanlar aleminde sözde genetiğin yasalarınca dayatılan sosyo-biyolojik zorunluluklar olarak görenler vardır. Hatta bunları belirli ırklar altında toplayıp alt ve üst ırk tanımı bile oluşturulmaktadır. Egemen ideolojinin yarattığı yıkımı örtbas etmek adına piyasaya sürülen, çok sayıda popüler, sözde bilimsel, ucuz eğitim kitapları da bu tür görüşlerin propagandasını yapar: insanlardan “çıplak maymun” diye söz ederek, “öldürücü zorunluluk” diyerek ve daha karmaşık bir üslupta tüm bunların “bencil gen” tarafından programlandığını ileri sürerek bu tür bir görüşün propagandasını yapar. Öte yandan sıklıkla propagandasını yaptıkları “barışçıl dünya” söylemiyle sınıfları ve eşitsiz yaşam koşullarını yadsırlar ve halkın yaşamını zorlaştıran her bir soruna dair suni bir düşman yaratırlar. Bu yüzyılın melun kişileri, hemen her sorunun yaratıcıları, günün düşmanları göçmen ve mültecilerdir.
İnsanlık tarihi ile başlayan göç, politik ve ekonomik atmosfere göre şekillense de güncelliğini yitirmeden küresel mücadelelere dahil oluyor. Yaşadığımız coğrafyaya kadar uzanan ve Dünya’yı saran göçmenlik dalgası, emperyalizm kıskacında ortak mücadelenin öneminin altını çiziyor. Irkçı saldırılar, nefret söylemleri ve ülke sınırlarında uygulanan şovenist politikalar ile gündeme gelen göçmenler, egemen sınıfların illüzyonu ile ekonomik ve toplumsal buhranların sorumlusu olarak gösteriliyor. Göç en temel anlamıyla siyasal, toplumsal ya da ekonomik nedenlerle bireylerin ya da toplulukların bulundukları yerleşim alanını terk ederek başka bir ülkeye gitme eylemi olarak tanımlanıyor. Göç eylemi, uşak devletlerde “sessiz istila”, “yasadışı göç” olarak yankı bulurken egemen örgütler ve emperyalist devletler için bir pazarlık konusu olabiliyor. Avrupa Birliği (AB) başta olmak üzere aktör devletler, nitelikli ve ucuz iş gücü olarak kullanabilecekleri dışında kalan göçmen gruplarını, ekonomilerine yük ve sosyal tehlike olarak görürken Türkiye gibi geri burjuva-feodal ülkeler ile ekonomik iş birliği geliştirerek engelleyici ve dışlayıcı politikaları hukuki bir zemine oturtuyorlar. İmzalanan Geri Kabul Anlaşmalarıyla hukuki bir zemine kavuşturulan ve esasen zora dayanan geri gönderme eylemleri sırasındaki işkence ve kötü muamele ile binlerce göçmen hayatını kaybederken hayatta kalanlar gruplar halinde belli bir ülkede sıkışmakta, açlığa ve sefalete mahkûm kalmaktadır.
Devletlerin siyasetlerini bazı soyut duygulara göre değil, kapitalist-emperyalist döngünün genel çıkarları doğrultusunda o günkü gereksinimlere yanıt verecek biçimde çizdiğini biliyoruz. Bu siyaset görünüşte “yabancı dostu” da olabilir, günü gelir yabancı işçilere karşı ağır bir saldırı biçimini de alabilir. Biçimsel olarak nasıl olursa olsun özü “yabancı düşmanlığı” ya da “dostluğu” değil, düpedüz emek düşmanlığı barındırır. Egemen sınıflar kollarını açarak yabancı işçi getirttiği dönemde de işçi düşmanıdır. Onlar en utanmazca biçimlerde sömürülmek için kabul edilmektedirler. Yeni gereksinimlerin ortaya çıktığı bunalım dönemlerinde “yabancılar” kapı dışarı edilirken de aynı derecede işçi düşmanıdır. Örneğin bir dönem göç idaresinden sorumlu eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Suriyelilerin ülkeden gönderilmesine patronların isyan edeceğini ve onları ürkütmemek gerektiğini utanıp sıkılmadan dile getirebilmiştir. Egemenlerin yabancılar siyasetinin de altında, egemen sınıfların yalın ve basit gereksinimleri yatar. Saldırının yabancı işçilere yönelmesi, onların sınıfın en zayıf, en örgütsüz ve toplum düzeyinde var olan yabancı düşmanlığı nedeniyle en az sınıf dayanışması gören kesimi olmasındandır. Bu yüzden çeşitli Avrupa ülkelerinin bugün uyguladığı siyasetleri yalnızca “ırkçılık”, “yabancı düşmanlığı” gibi toplumsal düzeyde anlamı olan kavramlarla açıklamak saldırının sınıf özünü gizler. Bu burjuvazinin bakış açısı olan milliyetçi bakış açısıdır.
Türkiye’nin göçmenlik konusunda önemi gerek bölgede gerekse de Avrupa ülkeleri arasında giderek artmaktadır. Avrupa Parlamentosu AB’nin sığınma ve göç politikalarına ilişkin geniş kapsamlı reform tasarısını mayıs ayı itibarıyla onayladı. 10 yasadan oluşan bu göç paktı, AB’ye gelecek olan sığınmacıların sayısını azaltmanın yanı sıra iltica ve başvuru süreçlerini hızlandırıp AB sınırlarının dışında gerçekleşmesini hedefliyor ki Türkiye de konumu itibarıyla bu pakt için hazırlanacak kamplar için sınırlarını paylaşmaya hazırlanıyor. Hal böyle iken kabul oranı yüzde 20’nin altında olan Hindistan, Pakistan, Fas gibi devletlerden gelen göçmenlere yalnızca 12 haftalık süre verilecek ve onay alamadıkları takdirde konakladıkları kampın sınırına, örneğin Türkiye’ye gönderilecekler. Bu da demektir ki ilerleyen zamanda milliyetçi, hatta ırkçı siyasetin giderek daha da palazlanacağıdır. Çünkü emperyalist ülke burjuvazileri yani mali sermaye bir yandan hem göçmen işçilerin doğrudan sömürüsünden hem de onların rekabetlerinin sonuçları nedeniyle yerli işçilerin artan sömürüsünden büyük bir artık değer elde etmekte, öte yandan işçi sınıfının bölünmüşlüğünden kendi erkini sürdürmek için yararlanmaktadır. Bu bölünmüşlüğü canlı tutmak için elindeki her olanakla yabancı düşmanlığını körükleyeceği politikaları kendi iç krizinde yeniden üretir. Emperyalist ülkelerin çeşitli dönemlerde farklı biçimler alan “yabancılar siyaseti”, özünde her dönemde kapitalizmin ucuz, genç işgücü ve belli nicelikte bir yedek sanayi ordusu bulundurma gereksinimini karşılamaya yönelik işçi düşmanı siyasetlerdir.
Emperyalist işgal ve savaşlar nedeniyle yerini ve yurdunu terk etmeye zorlanan mülteci ve göçmenler, yalnızca emeği değil varlığıyla da adeta kapana sıkıştırılmaktadır. 1954 Cenevre Anlaşmasına coğrafi sınırlama koyan Türkiye Doğu ve Batı’dan gelen göçmenler arasına çektiği set ile mülteciliği ekonomik bir standart haline getirerek Doğu’dan gelenleri “mülteci” statüsünden dışladı. 2013 yılında AKP hükümeti ve AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması ile göçmenlerin Türkiye dışında üçüncü bir ülkeye iltica etmelerinin önü kesildi. Göçmenleri belirsiz bir geleceğe ve sefalete hapseden Türkiye, hukuksuz geri gönderme politikalarını son dönemde yeniden devreye soktu. Devlet kaynakları tarafından açıklanan rakamlara göre son 1 yılda 28 bin 581 kişi usulsüzce geri gönderildi. Geri gönderme süreci insanlara zorla gönüllü geri dönüş belgesi imzalatma ve Geri Gönderme Merkezlerinde kötü muamelelerle hapsetme süreçlerini içeriyor. Ülke genelinde 20 bin kişi kapasiteli 30 Geri Gönderme Merkezi bulunuyor ve bu merkezlerdeki hastalık, tecavüz ve insanlık dışı muameleler de ileri safhada. Elbette bu rakam karşımıza tümden genele doğru bir şema çıkarıyor çünkü İçişleri Bakanlığı 5 milyon civarında olduğunu belirtiyor ki bu rakamın çok daha fazla olduğu, yani kayıt dışı yaşam koşullarına maruz bırakılan insan yığınlarının olduğu biliniyor. 5 milyon göçmen için ise Göç İdaresi Başkanlığının güncel verilerine göre 21 Mart 2023 tarihi itibarıyla ikamet izniyle bulunan yabancı sayısı 1 milyon 107 bin 370 kişi. İkamet izniyle Türkiye’de bulunan yabancıların geldiği ilk beş ülkenin Türkmenistan (110 bin 553), Rusya (99 bin 022), Irak (88 bin 797), İran (81 bin 067) ve Suriye (79 bin 107) olduğu belirtiliyor. Bu ülkeleri izleyen diğer ülkeler de şöyle: Kırgızistan (13 bin 452), Gürcistan (7 bin 321), Ukrayna (6 bin 39), Özbekistan (3 bin 969), Nepal (3 bin 186), Azerbaycan (2 bin 997), Rusya (2 bin 994), Çin (2 bin 992), Endonezya (2 bin 356), Filipinler (2 bin 76), Kazakistan (bin 799), Hindistan (bin 663 kişi) olarak sıralanmaktadır. Öte yandan göçmenliğin acı yüzüyle Kürtler de karşı karşıyadır. Örneğin emperyalist müdahaleler ve ÖSO çetelerinin elinden kaçan kişiler ile Efrin’de Kürt nüfusunun 4 yılda yüzde 96’dan yüzde 15’e indiği bildiriliyor. Özerk yönetim bölgelerinde 1 milyona yakın insan kamplarda kalıyor. Yani Türkiye bağrında milyonlarca göçmeni insanlık dışı koşullar altında barındırmakla kalmıyor, insanların “göçmen” statüsüne inmesinde de rol oynuyor; insan canlısı ve yardımsever görünümüyle ırkçılığı ve şovenizmi bir arada yürütüyor; ancak bu onu nötrlemiyor, aksine riyakârlığını ortaya seriyor.
Çeşitli kuruluşlar tarafından yapılan çalışmalarda yabancılara yönelik ötekileştirme, dışlama ve kimi durumda yabancı düşmanlığına varan algının toplumda belirgin bir şekilde ön plana çıktığı belirtiliyor. Örneğin Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı (TÜSES) tarafından İstanbul özelinde yapılan bir saha çalışmasında, İstanbul’da ikamet eden yetişkin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Suriyelilere yönelik kültürel, sosyal ve duygusal mesafelerinin bir hayli yüksek olduğu; dini ve tarihsel ortaklıklara rağmen İstanbulluların çoğu Suriyelileri kültürel açıdan ötekileştirdiği ve onlarla sosyal ilişki kurmaktan kaçındığı; Suriyelilerin yerli halkın iş imkânını azalttıkları, çok çocuk yaparak nüfus dengelerini bozdukları, modern yaşam tarzına tehdit oluşturdukları, kamusal alan ve hizmetlerden faydalanmayı zorlaştırdıkları, kadın ve çocuklara yönelik cinsel saldırıları artırdıkları, “terör” riski oluşturdukları ve seçimlerde oy kullanarak sonuçlara etki ettiklerine ilişkin önyargılar taşıdığı ortaya konulmuştur. Çalışmada, bu bulgularla uyumlu bir şekilde, İstanbulluların genel olarak yabancı göçmenler, özel olarak ise Suriyeli mülteciler hakkında son derecede olumsuz hisler taşıdıkları tespit edilmiştir. İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin (İNSAMER) Suriyeli mülteciler ve Türkler arasındaki uyum odağında yaptığı çalışmasında ise Türkler ve Suriyeliler arasındaki ilişkinin beş aşamadan geçtiği; iyi karşılama ve sempati ile başlayan bu sürecin sırasıyla içsel veya sözlü huzursuzluk, siyasi kışkırtma, ayrımcılık ve sosyal ret ve doğrudan hedef alma ile biçimlendiği aktarılmaktadır. Doğrudan hedef alma kapsamında ise çalışmada incelenen Suriyelilere yönelik saldırıların nedenleri arasında yüzde 33’lük bir oranla “ırkçılığın” ağır bastığı gösterilmiştir. Çalışmada ayrıca, ayrımcılığın sadece geçici koruma statüsündeki Suriyelilere değil, Türk vatandaşlığına geçmiş Suriyelilere de uzanmaya başladığı belirtilerek şu ifadelere yer verilmiştir: “Türk vatandaşlığına geçmiş Suriyelilerin bir Türk kadar hak ve sorumluluk sahibi olamayacağını düşünenlerin varlığı nedeniyle, birçok insan taciz ve sıkıntılara maruz kalmamak için Suriye kökenli olduklarını gizlemek zorunda kalmaktadır.” İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) Mültecilere Yönelik Hak İhlalleri (2022) Raporunda da toplumda ayrımcılık ve nefrete dayalı eylemlerin ve bunlara kaynak teşkil eden algının arttığına yer verilmiştir. Derneğe yapılan nefret, saldırı temelli başvuruların da diğer nedenlerle yapılan başvurular içerisinde belirgin bir yer tuttuğu aktarılmıştır. Göç Araştırmaları Derneği’nin (GAR) İstanbul’a gelen depremzede mültecilere yönelik kabul ve dışlama mekanizmalarına odaklanan Göç ve Deprem Raporunda (2023) ise mültecilerin nefret söyleminin odağında olduklarına dikkat çekilmiş ve mültecilere yönelik ötekileştirme ve düşmanlaştırmanın, depremin hemen ardından ve sonrasında daha da derinleştiği vurgulanmıştır. Oysa seçimden seçime devamlılığı sağlanan Anayasanın 12. Maddesinde “yabancı ve vatandaş ayrımı yapılmaksızın kişinin hak ve hürriyeti güvence altındadır ve saldırılamaz” şeklinde bir ibare vardır ancak gerek raporlar gerekse de patronu tarafından diri diri yakılan göçmen emekçi örnekleri Anayasanın sabun köpüğü olduğunu göstermektedir.
Raporlar olgular karşısında o kadar yetersizdir ki örneğin göçmen çocukların eğitim hakkı aleni bir şekilde gasbedilmektedir. Göçmen çocuklar kayıt dışı işlerde, ucuz iş gücü kollarında çalıştırılarak istismara tamamen açık biçimde sömürülmektedir; ancak okullara kaydolmaları sırasında, henüz “uluslararası koruma başvuru sahibi kimlik belgesi” (ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye dönemeyen ve bireysel ya da kitlesel olarak Türkiye sınırlarına gelen ya da Türkiye sınırlarından geçen kayıt işlemleri tamamlanan başvuru sahibine ve varsa birlikte geldiği aile üyelerine, uluslararası koruma talebinde bulunduğunu belirten ve yabancı kimlik numarasını içeren 1 yıl süreli kimlik belgesi) ya da “geçici koruma kimlik belgesi”nin (koruma başvuruları bireysel olarak değerlendirmeye alınmayan yabancılara uygulanmaktadır) bulunmadığı durumlarda kayıtları alınmamaktadır. UNICEF raporlarında ilkokulda kayıt oranının neredeyse yüzde 80 olmasına rağmen, lise düzeyinde yüzde 50 civarında kaldığı belirtilmektedir ki böylelikle eğitim seviyesinin artması ile okula kayıt oranı arasında ters bir orantı olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde göçmenlerin barınma ihtiyaçlarında yaşamlarıyla birlikte gasp altındadır.
Göçmenlerin nüfusa kayıttan itibaren ancak 6 ay sonra çalışma iznine başvurabilecekleri düşünüldüğünde, söz konusu durumun ilgilileri ya kayıt dışı çalışmaya zorlama ya da uygunsuz koşullarda yaşamaya mecbur kılma riski taşıdığı değerlendirilebilir. Dolaylı olarak barınma hakkı, daha doğrudan ise ikamet özgürlüğü ve özel hayatın korunması hakkı ile ilişkili olan bir diğer durum ise uluslararası koruma ile geçici koruma kapsamındaki kişilerin kayıtlı oldukları illerde kalmalarına ilişkindir ve Mayıs 2022’den itibaren, Türkiye’nin herhangi bir alan veya bölgesindeki toplam nüfusun dörtte birinden fazlasının yabancı uyruklu olması yasaklanmıştır. Sonuç olarak göçmenlere tanındığı söylenen ve medyada da öyle tanıtılan hiçbir hak gerçeklerle örtüşmüyor, sömürü çarkları arasında göçmenler de un ufak edilerek öğütülüyor. Çalışma iznine sahip 100 ila 120 bin arası göçmen ile kayıt dışı çalıştırılan göçmenler arasında ise bu koşullarda izin adı altındaki bir kâğıt parçasının hiçbir hükmü kalmıyor. Çünkü göçmen işçinin bir yerde çalışabilmesi için bile patronun başvuru yapması gerekiyor.
Her 100 kişiden 4’ünün göçmen olduğu yeryüzünde bu rakam günden güne artmaktadır ve emperyalist tekelci sermaye, uluslararası iş bölümünü kendi işleyişi içinde yeniden örgütledikçe ezilenlerin birbirine olan bağımlılığının ağı daha da sıklaşacaktır. Bir ülkedeki emek-sermaye ilişkisinin diğer ülkelerdeki emek-sermaye ilişkisi üzerindeki etkisi gittikçe daha dolaysız ve açık bir biçimde gerçekleşecektir. Türkiye’nin de kendine yük gösterdiği mültecilerin ve göçmenlerin entegrasyonunu gerek din kardeşliği gerekse de vicdani muhakeme adında önermesinin nedeni uluslararası mali sermayeyi ülkeye çekebilmektir. Bunun için mültecileri ve göçmenleri yem olarak kullanmaktadır. Bir anlamda da kendi iş birlikçi patronlarına yüksek oranda sömürebileceği ucuz iş gücü garantisi vermektedir.
Emeğin değeri iki grup öğeden oluşur. Birincisi, iş gücünün salt fiziksel varlığının, ikincisi ise tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş düzeyde iş gücünün yeniden üretimi ve korunması için gerekli olan gereksinimlerin değeridir. Burjuvazinin ölüm kalım savaşımında olduğu Türkiye gibi emek ihraç eden burjuva-feodal ülkelerde, işçiye ödenen asgari ücret yalnızca tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş düzeyin altında olmakla kalmıyor fiziksel sınırın da altına iniyor. Bu, işçinin açlıkla yüz yüze gelmesi, evsiz barksız kalması demektir ve göçmenler için koşullar çok daha ağır haldedir. Taşeron şirketlerin, merdiven altı atölyelerin, kayıt dışı sömürünün ağındaki göçmenlerin gerçekliği budur. Göçmenlerin talepleri ise ırkçılık ve ayrımcılığın son bulması, nitelikli eğitim ve sağlık hizmeti, vatandaşlığın gayrimenkul satışı üzerinden verilmemesi, göç ve iltica hukukundaki eşitsizliklerin giderilmesi, geri kabul anlaşmasının iptali ve tüm çalışanlar için çalışma izni gibi bir dizi maddeyi içeriyor. Hakları olan ve insani yaşam temelinde nitelendirdikleri bu talepler bu sistemin kendi içerisinde yeniden ürettiği krizlerdir. Göçmenleri sistemin çelişkileriyle tanıştıracak ve ona karşı savaşacak devrimci potansiyele eriştirecek olan da biz komünistlerin üzerine düşen güncel görevlerimizden bir tanesidir.