[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
*Bu yazı Maraş depremlerine Gölbaşı-Pazarcık arasındaki köyünde yakalanan ve bölgedeki dayanışma faaliyetlerine katılan bir Partizan okuru tarafından kaleme alınmıştır.
Köyde genelde hemen herkes kış aylarında soba olan odalarda yer döşeğinde uyur. Yani hepimiz uyuyorduk. Deprem başlar başlamaz babamın bağırışını duydum: “deprem oluyor!” Babamın bağırışıyla hepimiz uyandık. Önce 7 yaşındaki yeğenimi dışarı çıkardım. Abim, abimin eşi ve babam kendileri çıkmıştı. Ev büyük bir şiddetle sarsılmaya devam ediyordu. Annem içerde kalmıştı. Annemi dışarı çıkarmak için tekrar eve girmiştim. Annemi alıp çıkmak için kapıya yaklaşırken deprem sona ermişti. Hava soğuk ve karlıydı. Dışarı çıktıktan sonra köy içerisinde diğer evlere yöneldim. Köyde herkes panik halinde bağırıyordu. Köyde yıkılan bir ev vardı. Göçük altında kimse kalmamıştı. Telefon şebekesinin çektiği yüksek bir tepeye çıktım. Depremin büyüklüğünü ve yalnız bizim bölgede olmadığını, birçok şehirde olduğunu öğrenince o şehirlerdeki yoldaşlar ile iletişim kurmaya çalıştım. Kesilen şebekeden dolayı yoldaşlara ulaşamıyordum. Diğer yerleşim yerleri ve köyler ne durumdaydı bilmiyorduk. Deprem bölgeleri ile ilgili birçok söylenti dolaşıyordu. Köyden bir arkadaşımla depremin merkez üssü Pazarcık’a gitmeye karar verdik.
Sabahki karlı hava, sert rüzgâr ve yağmurla dondurucu hale gelmişti. Pazarcık’a varınca durumun boyutunu anladık. Onlarca bina yıkılmıştı ve çöken binaların etrafında ağlayan insanlar vardı. Herhangi bir kurtarma ekibi yoktu. Göçük altında kalan insanlar için yaşamı yaratan emekçi eller kazma kürek gibi kullanılıyordu. Polisler ise enkaz üzerinde çalışma yapan halktan, enkaz altında kalan insanların sayısını alıp gidiyordu. Yani faşizmin gözünde sadece “sayı”dan ibaretti halkımız! Enkaz altından gelen seslere yönelip elimizdeki imkanlar dahilinde müdahalede bulunmaya çalışıyorduk. Enkaz altından gelen her ses, bir süre sonra kesiliyordu. Halkımız kendi imkanlarıyla, devletin sorumlusu olduğu enkazla mücadele ediyordu. Pazarcık’ta birçok bina sadece kâr hırsıyla, zemin kontrolü yapılmadan, herhangi bir denetim olmadan yapılmış ve enkaza dönüşmüştü. Depremin merkez üssü olan Pazarcık’a AFAD ekipleri öğleden sonra ulaşabildi. İki ekip gelmişti ve toplamda 15 kişi kadardılar. Binalar ana yola devrilmişti, bundan kaynaklı trafik vardı ve devletin sürekli övdüğü yollar bozulmuştu. Biz Pazarcık’tayken ikinci deprem yaşandı. Zar zor ayakta kalan hasarlı binalar ikinci depremde çöktü. Soğuktan korunmak için molozlardan topladıkları tahta parçalarını yakarak ısınan insanlar vardı. Daha sonra Gölbaşı istikametine doğru yola koyulduk. Gölbaşı’nın durumu da Pazarcık’tan farklı değildi. Yarım-yamalak çeken şebekeyle ulaşabildiğimiz insanlardan bilgiler alıp Adıyaman’a gitmek için oto-stop çektik. Bir araç durdu ve bizi aldı. Aracı süren kişi Ankara’dan, yakınlarından haber alamayan ve Adıyaman’a yardım için erzak getiren, araç park yerlerinde çalışan bir işçiydi. Yollarda ulaşım çok zordu, devletin öve öve bitiremediği dayanıklı yollar(!) yarılmıştı. Adıyaman’da da durum kötüydü, yüzlerce enkaz vardı ve halkımız kendi imkanları ile göçüklerin altında kalan insanları çıkarmak için canla başla çalışıyordu.
Biz, yardım merkezlerinden biri olan cemevine giderken devletin şovenist politikalarının hedeflerinden olan Suriyeli gençlerin halk ile dayanışma içerisinde enkaz çalışmalarına katıldıklarına şahit olduk. Zonguldak’tan maden işçileri, Amed’ten, Mardin’den, Urfa’dan, Dersim’den onlarca iş kolundan emekçi halkımız, ya enkaz çalışması için geliyordu ya da gıda, giyim vb. yardımlarla geliyorlardı. Bir arkadaşımız ile iletişime geçtik ve araç ile dağ köylerine doğru gitmek için plan yaptık ama şebeke çekmediği için arkadaşımızla iletişimimiz koptu. Çelikhan ve Sincik’in dağ köylerine yardım gitmediği için donarak yaşamını yitiren insanların cenazelerini kurtların parçalayıp yediğini duyuyorduk. Her yere “ansızın” gelebilen devlet, hiçbir yerde yoktu! Enkaz altında kalan, soğuktan donan, üşüyen, aç kalan emekçi halkımızdı… Daha sonra Adıyaman bölgesine gelecek olan yoldaşlarımızla irtibata geçip Sincik ve Gerger bölgesinde halkımızla dayanışma içerisinde olduk. Zorlu yollardan geçerek köylere yardım götürdük; çadırlar kurduk, gıda ve kıyafet götürdük. Halkımıza temas ettiğimiz her yerde burjuva feodal sistemi açıkça teşhir edip örgütlenme çağrıları yaptık.
Yoldaş Lenin, “devlet”i incelerken şöyle diyor: “Devlet bir sınıfın, öteki sınıfları baskı altına almasını sağlayan, diğer bütün sınıfları bir sınıfa boyun eğdiren bir makinedir. Hapishaneler, özel silahlı müfrezeler, askeri birlikler zor kullanarak sömürülecek sınıfın iradesini kırmak için vardır.” Peki faşist TC devleti anda ne yapıyordu? Devleti temsil eden AFAD ekipleri depremin 3. gününde Adıyaman’a geldi. Devlet bölgeye gelen yardım tırlarını durdurup kendine bağlı kurumların etiketlerini yapıştırıp kendi istediği bölgelere gönderiyordu. Devlet bölgeyi kapalı tutmaya çalışıyor, haberlere sansür uyguluyordu. Devletin valisi yıkımı gizliyor, halkın karşısında gayet halinden memnun bir şekilde sırıtıyordu. Devlet halkın öfkesini yalan haberler yayarak Suriyelilere yöneltmeye çalışıyordu. Devlet deprem bölgeleri için OHAL ilan ederek halkın dayanışmasına engel olmaya çalışıyordu ve halkla dayanışmak isteyen devrimcilere, demokratlara, yurtseverlere çeşitli baskılarda bulunarak dayanışma iradesini kırmaya çalışıyordu. Devlet polisi, askeri ve güvenlik birimleriyle halkın acısıyla gelen tüm öfkeyi bastırmaya, farklı alanlara yöneltmeye çalışıyordu. Devlet “kader” diyordu, sürekli dediği gibi…
Yoldaşlar; halkımızın ezilmişliği, acısı, öfkesi depremle birlikte doruk noktasına ulaşmıştır. Bize düşen bu öfkeyi faşist diktatörlüğe yöneltip hesap sorma bilincini halkımıza aktarıp sınıf mücadelesini örgütlemektir. Tek kurtuluş gerçeğimiz budur.