Kadınların özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla başlayan ikinci cins hali geçmişten günümüze gelen egemen sınıfların çeşitli uygulamalarıyla pekiştirilmiştir. Burjuvazinin elinde bulunan üretim araçları ve bunu elinde tutmayı sürdürmek üzere şekillendirdiği tüm araç ve politikalarını toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden, cinsiyetçi iş bölümünden bağımsız ele alamayız. Bugün kadının miras “hakkı”na baktığımızda burjuvazinin kendi sömürü düzenini sürdürmek adına yürüttüğü iki yüzlü politikanın yansımalarını görmekteyiz.
Egemen sınıflar bir yandan “modern” anayasalar oluştururken diğer yandan toplumsal cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren, kadının ikinci cins olmasını güçlendiren kültürel, ekonomik, dinsel vb. araçlarla toplumsal-geleneksel “yasaları” çeşitli yollardan korumaktadır. Bugün kadının miras hakkını, kitlelere empoze edilmeye devam eden dinsel “hukuk” kurallarının dışında tartışamayız… Miras hukukunda kadın erkek eşitliği hakkının kazanılması 1858 yılı Arazi Kanunnamesi’ne dayanmaktadır. 1926 yılında ise “Türk Medeni Kanunu” ile bu, genişletilerek yeniden düzenlenmiştir. Kadınların miras eşitliği hakkı uzun yıllar önce kazanılmış olsa da bugün bile pratikte bunun gerçekleşmediğini söyleyebiliriz.
Toplumun büyük kesimini bugün de dini kuralların şekillendirdiği bir gerçekliktir. Dini kuralların yaşam içinde yadsınmasına neden olabilecek her gelişme, durum nihayet devlet tarafından da suç niteliğinde değerlendirilebilmektedir; halkın değerlerini aşağılama adı altında dini kurallar bir biçimde korunmaktadır. Laik yaşam bir temel kanun maddesi olmakla birlikte Diyanetin en güçlü devlet kurumlarından biri olmasındaki “açıklanamaz” tutarsızlıktaki gibi…
Kadının miras hakkı İslam hukukunda ataerkil bir biçimde şekillendirilmiştir. İslam hukukuna göre kadın, erkek kardeşinin aldığı payın yarısını alma hakkına sahiptir: “Vefat eden kimsenin kızı olarak kadın: Erkek kardeşleri ile beraber bulunduğunda kardeşinin aldığı payın yarısını, erkek kardeşi yoksa ve kız tek ise mirasın yarısını alır. Kızlar birden fazla olduklarında ise mirasın üçte ikisini alırlar (Nisa, 4/11).” Bu oran belli durumlara göre değişse de kadın hiçbir koşulda erkekle ne eşit pay hakkına ne de fazlasına sahiptir.
Kadın her ne kadar bugünkü anayasada eşit miras hakkına sahipmiş gibi olsa da uygulamada bu pay hakkını dini kuralların şekillendirdiğini görüyoruz. Kadının yasal hakkını aradığı durumda karşısına en güçlü toplumsal öğe olarak dini kuralların çıkması, buna eşlik edecek biçimde törenin çıkması az rastlanır bir durum değildir. Kadının erkeğin aldığı payın yarısını alıyor olması belli açıklamalara dayandırılarak meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bununla ilgili açıklamalardan biri “kadınların evlenip gidiyor” olmakla “gelin gittiği” ailenin, yani eşinin, kadının hakkına ortak olmasıdır. Bu ataerkil bakış açısına dini referans eden anlayış kadını doğrudan evlilik kurumuyla şekillendirmektedir. Aslında kadının evlenmekten başka bir seçeneği olmadığını ona her pratiğiyle hatırlatmaya çalışmaktadır. Aynı zamanda erkeği kadının doğal ekonomik temsilcisi ve kadını da evlilik kurumunun bir kölesi olarak görmektedir. Engels’in modern toplumda kadının durumuna ilişkin ortaya koyduğu gerçekliği burada hatırlamak yerinde olacaktır: “Modern bireysel aile kadının açıktan ya da örtülü bir şekilde köleleştirilmesine dayanmaktadır ve modern toplum, bu bireysel ailelerin birer molekül olduğu bir kütledir.”
Bir diğer açıklama ise kadına yönelik cinsiyet ayrımcı bakış açısının doğal bir sonucudur: kadının biyolojik “zayıflığı”, kadına ve erkeğe empoze edilen toplumsal cinsiyet rolleri kadına eşit pay hakkı tanınmaması, hatta bazen hiç pay hakkı tanınmaması için doğal ve normal bir neden olarak gösterilmektedir. Bu düşüncenin alt zeminini derinleşen, kökleşen ve sistematik olarak pekiştirilen toplumsal cinsiyet rolleri oluşturmaktadır. Erkeğe verilen fazla pay hakkı, evi geçindirme sorumluluğunun erkekte olmasıyla kadının böyle bir sorumluğunun olmadığıyla, eşinin zaten ona baktığıyla, yine de kadın kendisi isterse çalışarak eve “yan” gelir sağlayabilir anlayışıyla meşrulaştırılmaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri gereği kadınların da bu durumu kanıksamaya zorlandığını görebiliriz. Çoğu zaman miras olayları mahkemeye taşınmadan kadının erkeğe oranla az pay almasıyla ya da hiç almamasıyla sonuçlanıyor.
“‘İnsan’ verili, sabit, değişmez, biyolojisiyle belirlenen bir doğaya sahip değilse ya da tarihsellik-toplumsallık-kültürellik insan doğasının içkin bir parçasıysa bu durumda biyoloji ne erkek için ne de kadın için bir yazgı olabilir. Çünkü erkek ve kadın daima belirli toplumsal ilişkilerin dolayımladığı somut koşullar dahilinde var olur ve etkileşirler.” diyordu Marx. Toplumsal cinsiyetçi bölüşümün “modern” anayasa karşısında dini referanslara dayandırıldığı gerçekliğinde hâkim sınıfların rolü ve misyonu başattır. Kimdir bu hâkim sınıflar, hangi karakterdedirler, geçmişleri nedir, hangi statülere sahiptirler vs. Bu sorulara vereceğimiz yanıtlar kadın ve erkeklerin “yasal” değil ama fiili haklarının ne olduğunu, hangi somut koşullar içinde olduklarını ve etkileşimlerinin genel niteliğini anlamamızı sağlar. Yasal miras hakları sürekli ve genel olarak gasp edilen kadınların varlığına gözünü kapatmış kadın hakları savunusunun ne menem bir hak savunuculuğu olduğu açık değil midir? Türkiye gibi yarı feodal bir ülkedeki bu gerçekliğin özel olarak probleme dönüştürülmemesi kadın üzerindeki baskıların somut olarak irdelenmediğini apaçık gösterir… Hâkim sınıflar bugün nasıl ki kadına yönelik şiddette kendi belirlediği anayasal kuralları dahi gerçekleştirmeyerek aksine, söylemleriyle, politikalarıyla, yargısıyla kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini teşvik ediyorsa miras hakkı “eşitliği”nde de aynı durum söz konusudur. Bugün eski eşine, sevgilisine yönelik uzaklaştırma kararlarına rağmen onlarca kadın katledilebiliyor. Mirasta kadın erkek eşitliği de devletin aynı bu iki yüzlü politikasıyla sürekli gasp edilmektedir. Bu hakkını kullanmak isteyen kadınların çeşitli biçimlerde uğradıkları baskı diğerinden daha aşağıda değerlendirilemez. Aynı nitelikteki kadına baskıdan, kadının temel haklarından mahrum edilmesinden söz ediyoruz. Hukuken eşit olunduğu halde gerçeklikte derin bir eşitsizlik gerçekleşmektedir…
Ancak biz devrimci kadınlar bir yandan kazanılmış haklarımızı savunurken diğer yandan kazanılmış haklarımızın uygulanması noktasında da baskı aracı yaratmalıyız. Devlet tüm aygıtlarıyla saldırıyorsa biz de bugün kendi kurumlarımızı, kendi toplumsal aygıtlarımızı yaratarak, güçlendirerek her alanda mücadele etmeliyiz. Topyekûn değişim toplumun bilinçlenmesi ve bunun kültür, gelenek, politik vb. her alana yansıtılmasıyla mümkün olacaktır. Bu toplumsal bilinç sıçraması sürecinden bahsederken tam olarak devrimi ve özel olarak da proletarya diktatörlüğü altında devrimi sürdürmenin karşılığı olarak kültür devrimlerini tarif ediyoruz. Bununla beraber devrimlerin kitlelerin eyleminin önünün açılması, bilincin her adımda ilerletilmesi, bunun için hakların bilincine varılması ve bunların gerekirse savaşlarla elde edilmesi ile gerçekleştiğini biliyoruz. Yarına bırakılmış bir mücadele değil; ama yarınlarda kazanılacak büyük zaferler için bugünden yürütülecek büyük mücadelelere zorunluyuz. Öyleyse kazanılmış haklarımıza sahip çıkmalı yeni haklar kazanmak adına mücadeleyi ve örgütlülüğü daha da büyütmeliyiz.