[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Emperyalist kapitalist sistem sürekli derinleşen, yaygınlaşan krizler yaşamaktadır. Emperyalist rekabet ve bu eksendeki bölgesel savaşlar ve işgaller, bu krizlerin askeri boyuta taşındığının, krizlerin bu denli boyutlandığının açık göstergeleri olmaktadır. Rusya’nın Ukrayna işgaliyle ve ABD ile AB emperyalistlerinin bu bölgedeki savaş kışkırtıcılığı ile, bir “Üçüncü emperyalist paylaşım savaşı mı yaşanıyor?” ya da “Yakında bu çapta bir savaş mı yaşanacak?” soruları da gündeme gelmiştir. Bu hususta kısaca, bölgesel savaş ve işgallere rağmen, emperyalistlerin esas eğiliminin savaş değil rekabet olduğu/olacağı, ancak emperyalist rekabetin düzeyinin, savaş eğilimini dünden daha fazla güçlendirdiği söylenebilir. Emperyalistleri bu aşamaya getiren, emperyalist-kapitalist sistemin krizleri ve onun bir bütün olarak sömürücü, talancı niteliğinden kaynaklanan zorunluluklardır! Toplumsal gelişme yasası işlemekte ve emperyalist kapitalizmin üretici güçlerin gelişiminin önünde her gün daha da genişleyen, katılaşan bir engel olduğu; üstelik sömürü, gerici baskı, işgal-ilhak, haksız savaş ve emperyalist yağma, emperyalist talandan başka sosyal-ekonomik ve siyasal bir karakterinin veya yöneliminin olmadığı/olamayacağı daha da gün yüzüne çıkmaktadır.
Yine de emperyalist sermaye ve ona uşaklık yapan yarı-sömürge ve yarı-feodal yarı-sömürge ülkeler yönetimleri böylesi yaygın, çok yönlü ve askeri boyutlara evrilen ekonomik-siyasal kriz sarmalı içerisinde olsalar da işçi sınıfı ve onu çevreleyen emekçi katmanlar üzerinde maddi ve manevi açıdan oluşturdukları hegemonyayı büyük ölçüde sürdürebilmektedirler. Dünyanın çeşitli bölgelerinde derinleşen yoksulluk ve akaryakıta, gıdaya, diğer temel ihtiyaçlara gelen fahiş zamlar karşısında (en son Sri Lanka’da olduğu gibi) yaşanan halk hareketleri, Asya ve Afrika ülkelerinde köylü yığınlarının toprak işgalleri, Avrupa’nın göbeği denilebilecek Fransa’da tarım alanında emperyalist politikalara karşı gerçekleşen ve çiftçilerin traktörleriyle metropollere taşıdıkları eylemler, ülkemizde de kesintisiz süren parçalı işçi direnişleri, çevre mücadeleleri, daha çok cinayetlere ve çeşitli şiddet biçimlerine karşı gelişen kadın kitlelerinin hareketleri ve sıralanabilecek başkaca kitle hareketleri yaşansa da bunlar yukarıya doğru ivmelenme, daha geniş kitleleri kuşatma yöneliminde olsa da bu gerçeklik henüz değişmemiştir. Halk Savaşının gelişkin olduğu Hindistan’ı dışında tutarsak, mevcut hareketler, komünist önderlik yokluğu veya yetersizliğinin sonucunda, mücadele alanından kırıntılarla veya enerjisini de sarf ederek sonuçsuz dönmektedir. Birçok kitle hareketi ise, hâkim sınıflar tarafından sistem içi muhalefet sınırlarına çekilmekte, orada sistemin yeni soluklar almasına, kendisini yeniden üretmesine imkân sağlayacak dolgu malzemesi haline getirilmektedir.
Türkiye’de de bu olgu, halkla sistem ve devlet arasında derinleşen ve belli ölçüde açığa çıkan çelişki, bir süredir burjuva-feodal muhalefet tarafından “siyasal islam” ve “laiklik” karşıtlığı oluşturularak, iktidardaki faşist bloka yöneltilmeye çalışılmakta ve böylece sistemin kendisini bir biçimde yeniden üretmesi, revize etmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. CHP’nin ve İP’in başı çektiği ve “Altılı Masa” denilen faşist blok, bu rolü oynamakta ve şu an için belli bir başarı da sağlamaktadır. Halkın seçim kulvarına sürülmek, bu kulvarda çevrelenmek, bireysel ya da toplumsal tepkilerin bu potaya dökülmek istenmesiyle; ekonomik-demokratik sorunların, sosyal-ulusal temeldeki çelişkilerin burjuva-feodal muhalefet eliyle çözüleceği aldatmacasıyla bu doğrultuda isyandan kaçınmayı, sabretmeyi telkin etmek ve “halkın sözcüsü” kesilmekle; halkçı-demokrat rollerine bürünmekle üstlendikleri bu, sistemi kurtarma rolünü layıkıyla ve harfiyen yerine getirmektedirler. İktidardaki AKP-MHP faşist bloku ile dalaşlarının özünde, krizlerden ötürü küçülen pastanın paylaşımı sorunu ve halkın öfkesinin yönetilemez duruma gelme tehlikesi karşısında, gelişen hâkim sınıf refleksidir. Yine bir tür hâkim sınıf refleksi olarak iktidarı ve muhalefetiyle faşist partiler, sınıf mücadelesine ve Kürt Ulusal Mücadelesi’ne karşı, faşist saldırıların bütün biçimlerinde, “askeri operasyon” veya işgal teskerelerinde ve şovenizmin diri tutulmasında ortaklaşmaktadırlar.
Egemenler, bir başka krizle de sonuçlansa krizlerini aşmayı ve kitleleri, ister gerici zor yoluyla olsun ve ister bununla birlikte işleyen “rıza” yoluyla olsun, yönetmeyi büyük ölçüde başarmaktadırlar. Çünkü, kapitalizmin emperyalist evreye ulaşmasıyla (ta ki 19. yüzyılın son çeyreğine denk gelen dönemlerden başlayarak) bütün ilerici barutunu tüketmiş olan sistem, günümüzde de adım attığı her yere emperyalist sömürü yasalarını (tekelciliği), halklara kan ve gözyaşı taşırken gerici ideolojisini de bireyden topluma yaygın bir şekilde zerk etmektedir. Emperyalist sermayenin tarihsel olarak uşaklığına soyunan yarı-sömürgelerde de halk, bir taraftan feodal tipte sömürüyle ve gerici zorla, bir taraftan da feodal temeller üzerinden yükselen kapitalist tipte sömürü ve gerici baskıyla karşı karşıyadır. İdeolojik-politik veya kültürel açıdan da iki türde bir şekilleniş içerisindedir. Feodal ve burjuva toplumunun düşünsel ve pratik şekillenişini aynı anda bünyesinde yaşamaktadır. Hâkim sınıfların bu ideolojik-politik saldırılarıyla beraber, proleter devrimlerin revizyonist hainler ve kapitalist yolcular tarafından yenilgiye uğratılmasının da büyük etkisiyle kitlelerin sosyalist ideolojiye mesafeli duruşu sürmektedir. Proletarya Partisi’nin de açıkladığı gibi, çeşitli nedenlerle sokağa çıkan toplumsal dinamikler, kendilerini illa da siyasal olarak ifade edeceklerse bunu, küçük-burjuva ideolojisi ve onun bayrağı altında gerçekleştirmektedirler.
Yine, hâkim sınıfların ideolojik-politik saldırılarının ve proleter devrimlerin yenilgilerinin etkisiyle, sosyal ve ulusal kurtuluş hareketlerinde sosyalist ideolojiye, işçi sınıfına ve halka karşı bir güven bunalımı oluşmuştur. 25 Aralık 1991’de Rus Sosyal Emperyalizminin resmen çöküşünün ilanıyla, bu bunalım derinleşmiş ve sözüm ona “yeni yollar” aranmaya, “keşfedilmeye” başlanmıştır. Bir bütün olarak tasfiyecilik olarak nitelendirdiğimiz bu yönelim; sosyal kurtuluş hareketlerinde, özelde Türkiye Devrimci Hareketinde sınıf mücadelesine bu temele dayanma yerine, kimlik ve çevre mücadelelerine dayanma şeklinde gerçekleşmektedir. Sınıf mücadelesinin yerine ulusal, cinsel, inanca dayalı mücadeleler ve ekoloji-çevre mücadeleleri ikame edilmiştir. Bu mücadelelerin her biri, proletaryanın iktidar mücadelesine tabi ve onun bakış açısından ele alınacak çok önemli, “özgün” mücadelelerdir. Ancak tasfiyeci çizginin gözünde proletarya silikleşmekte, bu mücadeleler esasa oturmaktadır. Tasfiyeciliğin bu temeldeki çizgisi günbegün daha da koyulaşırken bir taraftan da silahlı mücadeleye inançsızlık, parti ve örgütlenme konularında anarşizm ve legalizm yönelimiyle gelişmiş, gelişmektedir.
Ulusal kurtuluş hareketleri ve özelde Kürt Ulusal Hareketi’nin de bu sürecin başından itibaren, yani ‘91’den itibaren, dayandığı işçi ve yoksul köylüler nedeniyle içerisinde güçlü bir şekilde barınan sosyalist ideolojiyle bağı zayıflamış; bilimsel sosyalizmi, ütopik sosyalizmi, anarşizmi, liberalizmi; bütün bu ideolojilerin hepsini aynı anda kendinde taşır olmuştur. KUH’un “Demokratik Özerklik” veya “Konfederalizm” paradigması, yani sistem içi taleplerinin öne çıkması; idealist ve iradecilikten mustarip bir şekilde ulusal sorunun kaynağı olan emperyalistlerden veya ezen ulus hâkim sınıflarından ulusal sorunun çözümünü beklemesi de bu süreçte büyük bir rol oynamaktadır. KUH, Türk hâkim sınıflarıyla yürüttüğü “Müzakere ve Barış Süreci” denilen sürecin sonunda, TC’nin esas kodlarına dönmesiyle, ağır bir bedelle karşılaşmıştır. Bu süreç ve parlamentarist mücadelenin, buna bağlı mücadele araçlarının ağır bastığı 2015 seçimlerinden bu yana kendi kitle gücünü pasifize etmiş ve bu muazzam gücün giderek altından çekilmesini sağlamıştır. Türkiye Kürdistanı’nda ve Irak Kürdistanı’nda gerillaya karşı imha saldırıları ve gerillanın fedai direnişi; direnişi her yere taşıma, büyütme çağrıları karşısında ülkemizde alınan tutum, “barış çağrıları”nı ve dar bir “yasal” partili grubun aciz siyasetinden ileriye geçmemektedir.
Bilindiği üzere bu süreçte burjuva ideolojik-politik etkilenmelerle koyulaşan reformist-tasfiyeci yönelim Proletarya Partisi saflarında da karşılık bulmuştur. Proletarya Partisi saflarında ortaya çıkan bu tasfiyeci çizgi, uluslararası devrimci-komünist hareketlerin ve özelde TDH’nin içerisinden geçtiği süreçten, etkilenmelerle girdiği yönelimden asla bağımsız değildir. Öte yandan, uluslararası devrimci-komünist hareketin ve TDH’nin tasfiyeci-reformist yöneliminin gerçekleşme biçimiyle aynı özellikleri, benzer nitelikleri taşımaktadır. Kısaca tekrar edersek: belli nedenlerle, sınıf mücadelesine dayanma yerine, kimlik ve ekoloji-çevre mücadelelerine, esas olarak bunlara dayanma, bu mücadelelerin kuyrukçuluğunu yapma; mücadele biçim ve araçlarının sistem içileşmesi, ilke ve esaslarının silikleştirilmesi; kimliksizleşme vs. Proletarya Partisi saflarının dışına çıkan sağ tasfiyeci hizbin de çizgisi, yönelimi, böyle bir nitelikte olmuştur.
Bu noktada öncelikle şunu iyi kavramak gerekiyor. Proletarya Partisi bu çizgi sahiplerinin uzaklaşmasıyla burjuva çizgi veya etkiden, küçük-burjuva devrimciliğinden arındığını veya genel olarak ideolojik (ve elbette, politik-örgütsel veya askeri) temeldeki sorunlarından tümüyle kurtulduğunu ileri sürmemiştir. Bu gerçekliğe, en başta yoldaşlarımızın dikkatini çekmek; önümüzdeki çetin bir mücadelenin de bu olduğunu; tasfiyeci çizginin ve reformist yönelimin etkilerinden arınmak, proleter devrimciliği kendi bünyemizde hâkim kılmak olduğunu bir kez de bu vesileyle belirtmek yerinde olacaktır. Bu sorunlara, sürece dair yapılan yığınla değerlendirme vardır. Bunlar geriye dönüp esas olarak kolektif tarzda ve kolektif bir gözle okunmalıdır, güçlü bir kavrayış geliştirilmelidir. Nasıl bir süreçten geçtik, geçiyoruz; nelerle mücadele ettik, ediyoruz ve etmeliyiz? Bunu kolektif tarzda kavramak ekmek, su kadar ihtiyaçtır.
Aynı zamanda şunu da belirtmek ve iyi kavramak gerekiyor: Partinin kendisini dahi bir çelişki, çelişkili birlik ve sınıflı toplumun bir ürünü olarak sınıfların ortadan kalkmasıyla partiyi de çözülmek zorunda olan bir öğe olarak gören komünistler; komünist partilerini sınıf mücadelesinin, burjuva ve proleter çizginin, sınıf mücadelesinin özgün bir biçimi olan iki çizgi mücadelesinin bir arenası kabul ederler. Birin ikiye bölüneceği yasasından hareketle, parti içi iki çizgi mücadelesini, birliğin geçici-mücadelenin sürekli olduğunu öngörür ve bu anlayışla mücadele dinamiğini proletaryanın bilimsel ideolojisine, MLM’ye dayanarak geliştirirler. Sürecin özgün karakteri olan tasfiyeci-reformist çizgi ve yönelime karşı geliştirdiğimiz, geliştireceğimiz mücadelelerle birlikte, sürekli olan iki çizgi mücadelesini de her devrimci-komünist kendisiyle birlikte kolektifte bilimsel temelde sürdürmek durumundadır. Yani bir kez daha söylemek gerekir ki sağ tasfiyeci hizip safların dışında çıktığı için, parti de burjuva ve komünist çizgi mücadelesi nihayetlenmiş, nihayetlenecek değildir. Ki bu mücadelenin nihayetlenmesi demek partinin de dolayısıyla komünist çizginin de yok olduğu koşullardayız demektir. Bunun aksi düşünceler ve yaklaşımlar anti-bilimseldir, anti-MLM’dir, kendini bir süre kandırmaktır, kendini ve enternasyonal proletaryanın Türkiye bölüğünü ideolojik-teorik olarak silahsızlandırmaktır.
Emperyalist kapitalist sistemin krizleri, emperyalist rekabetin geldiği aşama, bölgesel savaş ve işgaller, bir üçüncü emperyalist paylaşım savaşımı konusu, hâkim sınıfların gerici saldırıları, kitlelerdeki ve sosyal-ulusal kurtuluş hareketlerindeki ideolojik etkilenmeler ve reformist-tasfiyeci yönelimin koyulaşması, Ulusal Sorun ve özelde KUH’un güncel paradigması; bunlar ve kısa kısa değinerek geçilen meselelerin hemen her biri, ayrı bir başlıkta ele alınabilecek ve hemen her biri başlı başına araştırma, inceleme, yoğunlaşma gerektiren meselelerdir. Kolektifimiz sistemli bir şekilde bu meseleler üzerinde durmakta, kolektif doğrultuda bu konuları işlemektedir. Ayrıca bu sürecin kendisindeki etkilerini de açığa çıkarma ve bunlardan arınma mücadelesini de güçlü bir şekilde geliştirme, kendi misyonunu daha güçlü kuşanma iradesini de ortaya koymaktadır.
Ancak başta komünistlerin, bütün bu meseleler, süreçler ve mücadeleler hakkında daha güçlü bir kavrayış geliştirme zorunluluğu vardır. İdeolojik-teorik veya siyasal yoğunlaşma ve bu alanlarda üretim; bu konularda ve alanlarda kavrayış geliştirme, arayış içerisinde olma çabasına daha fazla girilmelidir. Sürekli koşuşturuyor olmamız, mücadeleye yoğun emek katmamız veya istekli, fedakâr devrimciler-komünistler olmamız belli bir karşılık bulacaktır, bulmaktadır da. Fakat, bunun ne denli verimli olduğu-olacağı, Yeni Demokratik Devrimimize ne ölçüde hizmet ettiği/edeceği, kolektifin strateji ve taktiğiyle ne denli buluştuğu ve buluşacağı, onu ne ölçüde ileriye taşıdığı/taşıyacağı, faaliyetlerimiz sonucunda kalıcı ve köklü neler yaratıp yaratmadığımız ve hatta bu olumsuz tarzın kendimizi, ilişkide olduğumuz genel kavrayışımızı, yoldaşları ne kadar geliştirip geliştirmediği her zaman tartışılmalıdır! Sözün kısası her devrimci-komünist kadro ve militan sınıf bilinciyle güncel siyaseti daha güçlü kavramak için bütün enerjisini, aklını ve ruhunu seferber etmelidir. Faaliyetlerini ve yaşamını buna uygun bir tarzda yeniden örgütlemelidir.