[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Dinlemek için tıklayınız”]
Faşist diktatörlüğün yüzüncü yılında Kürt ulusal mücadelesini topyekûn boğmayı hedefleyen imha konsepti, gerilla direnişinin farklı bir aşamaya taşınmasıyla birlikte yeni bir kriz yaşıyor. Her fırsatta bütün gerilla sahasında muktedir olanın kendisi ve tam denetimin de kendisinde olduğunu propaganda eden faşist diktatörlük Zap ve Xakurkê’deki gerilla eylemleriyle bir kez daha sarsıldı. Mevsim şartlarının zorluklarına, coğrafyanın zorlu şartlarına ve faşist diktatörlüğün teknik donanımına karşı geliştirilen bu taktiksel hamle afallatıcı oldu. Hamasi söylemlerin, “bitirdik” yaygarasının, faşist baskıların, teknik üstünlüğün karşısında kış şartlarının en çetin döneminde geliştirilen eylemin “soğuk duş” etkisi yaptığını kimse inkâr edemez. TC, bilindik reflekslerle içeride şovenizmi köpürterek eylemlerin etkisini azaltmaya çalışsa da bu kez başarılı olamadı. Kışın en çetin aylarında Irak Kürdistanı’nda bir üs bölgesinde kalmanın askeri ve politik açıdan “kimin ihtiyacı” olduğu sorusu düzen medyasının tüm baskısına ve örtü vazifesine rağmen daha güçlü sorgulandı.
FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN CAN SİMİDİ: ŞOVENİZM
Gerilla eyleminin önemi kuşkusuz askeri alanda yeni bir gelişme olmakla sınırlı değildir. Eylemin doğrudan etkisi siyasidir. Terör umacısıyla Kürt ulusal mücadelesine dönük saldırganlığından bir adım geri atmayan faşist diktatörlük, beklenmedik eylem sonrası şovenizmi körükleyerek karşı bir hamle geliştirmek istedi. Bunu da yine en bayağı yöntemlerde aradı. İlk olarak ölen askerlerden birinin “virane evi” servis edilerek kitlelerin duygularına dönük bir propagandaya başvurdu. Oysaki ölen askerler “uzman” kategorisindeki paralı askerlerdi. Eylem öncesi videolarda yaptıkları “bozkurt” işaretleriyle de neden orada olduklarını belirtiyorlardı. “Yoksul askerler edebiyatı,” faşizmin her dönem kullandığı bir ajitasyon olarak gene güçlü işletildi. Savaşın sorgulandığı kitlelerde dahi bu propagandanın bir ölçüde bilinç bulanıklığı yaşattığını söylemek gerek. Kürt ulusal mücadelesine dönük imha savaşının Türk hâkim sınıflarının çıkarları için olduğu, politik olarak da AKP-MHP faşist blokuna su taşıdığı, onlar için bunun bir “beka” meselesi olduğu gerçeği “yoksul asker evi” fotoğrafıyla gizlenmek istendi.
İkinci olarak da tüm düzen partilerini de içerisine alan “ortak tutum” yani şovenizmde ortaklaşma hamlesinin bu kez CHP engeline takıldığına tanık olduk. AKP-MHP faşist bloku işgal saldırılarından asker kayıplarına değin Kürt ulusal mücadelesine dönük önemli süreçlerde tüm düzen partilerini bir devlet tavrı olarak “şovenizm”de hizalamaya özel bir dikkat göstermektedir. Bu tüm kliklerin, aralarındaki çatışmalara rağmen “devlet” refleksine tabi olmaları anlamı taşır. Ancak son olayda, klik dalaşının geldiği aşamadan olsa gerek faşist düzen partisi CHP bu girişimi protesto etti. CHP’nin hizalanmaya direnmesi de başka bir şoven hamle ile karşılık buldu. Özgür Özel’e dönük linç ve saldırı tehditleri ile Çubuk hatırlatması yapılarak “sokağa çıkamazsın” denildi.
Bütün bu şovenizm ve saldırganlık asgari ücret tartışmalarının olduğu, kitlelerin günden güne yoksullaştığı, ekonomik krizin yeni krizlerle birleşerek derin bir sefaleti yarattığı, enflasyonun rekor kırdığı bir süreçte gerçekleşti. Bu da bir kez daha egemenlerin, ezen ulus baskısını şovenizm eşliğinde kitlelerin bilincini bulanıklaştırmak için kullandığını gösterdi. Stalin yoldaşın milli baskı için kullandığı “Halkın geniş tabakalarının dikkatini, sosyal meselelerden ulusal meselelere, proletaryanın ve burjuvazinin ‘ortak’ meselelerine doğru çevirir. Bu da ‘çıkarlar harmonisi’ yalanını yaymak için proletaryanın [ve köylülerin] sınıf çıkarlarını örtbas etmek için, işçileri [ve köylüleri] manevi bakımdan köleleştirmek için elverişli ortamı yaratır” sözlerini bu bağlamda tekrar hatırlayalım.
GAZZE’YE TİMSAH GÖZYAŞI, ROJAVA’YA BOMBA!
Rojava’daki Kürt ulusal kazanımlarının etkileri, politik sonuçları ve yönetimin niteliği TC nezdinde bu bölgenin stratejik olarak tehdit parantezinde olduğu anlamına geliyor. TC’nin Suriye’deki politikalarının önemli bir bölümü Rojava’daki kazanımların boğulmasına, Kürt yerleşimlerinin, kentlerinin işgal edilmesine dayanıyor. TC’nin, saldırılarına gerekçe olarak sunduğu “Rojava’dan gelen saldırılar” argümanının bir uydurma olduğunu bilmek gerekiyor. Rojava’daki Kürtlerin öncülük ettiği demokratik muhtevadaki kazanımların tüm parçalardaki Kürtlerin mücadelesine etkisi esas “tehdidi” oluşturuyor. Bu bağlamda da yönetimden altyapıya, askeri alandan tekniğe birçok alanda katedilen gelişmeler TC açısından menzile girmek anlamına geliyor. Bu bağlamda da hemen her fırsatta emperyalist efendilerinden koparamadığı işgal iznini Rojava’nın altyapısına dönük saldırılarla karşılıyor. Bu saldırıları gerçekleştirdiği konjonktür ise TC’nin ne denli riyakâr olduğunu gözler önüne seriyor. Gazze’deki Siyonist işgalin sözde “karşısında” olduğunu söyleyen hâkim sınıf temsilcileri bir yandan timsah gözyaşlarıyla Netanyahu’ya “Hitler” benzetmesi yaparken diğer yandan İsrail ile askeri, ekonomik, diplomatik ilişkilerini sürdürerek ne denli ikiyüzlü olduğunu göstermiştir. Bu politika Rojava’ya ve altyapıya saldırılar özgülünde yeni bir aşamaya taşınmış, denilebilir ki riyakârlık bayağılaşmıştır. Yüzbinlerce insanın yaşadığı alanlarda halkın yaşamını doğrudan etkileyen hastane, tesis, fabrikalar ve kolektif alanların hedeflenmesini Erdoğan, “Terör örgütü için kritik önemde 70 tesis vuruldu. Bunların içinde adeta petrol rafinerileri var. Bunların hepsini vuruyoruz. Buralar günlerce yanıyor. Durmayacağız” sözleriyle savunmuştur. Netanyahu da Gazze’de hastaneleri bombaladıktan sonra “hastaneler Hamas için saklanma ve üslenim alanları, bu yüzden vuruyoruz” demişti. Ne kadar tanıdık bu ortak açıklamalar değil mi? Erdoğan’ın “durmayacağız, vuracağız” dediği altyapı alanlarına baktığımızda Özerk yönetimin altında yaşayan 2 milyonu aşkın insanın su ve elektrik ihtiyaçlarının karşılandığı altyapı tesisleri, okullar, hastaneler küçük üretim atölyeleri ve tarımsal üretim alanlarıyla karşılaşıyoruz. Erdoğan, Siyonist İsrail’in Gazze’de altyapı tesislerinin ve silahsız halkın yaşam alanlarını hedef alan saldırıları için “Toplu cezalandırmaya dönüşen ve savaş suçu teşkil eden İsrail saldırılarını hiçbir şekilde kabul etmiyoruz. Hastane, ibadethane, okul, her koşulda koruma altında olması gereken mekanların hedef alınması, halkın göçe zorlanması vicdansızlıktır, barbarlıktır” sözlerini kullanmıştı.
TC’nin ikiyüzlüce politikalarını ve Kürtlere saldırılarını İsrail Başbakanı Netanyahu da dile getirdi. Siyonist işgalin temsilcisi, “Kürtlere soykırım uygulayan, kendi yönetimine karşı çıkan gazetecileri hapse atma konusunda dünya rekorunu elinde bulunduran Erdoğan, bize ahlak dersi verecek son kişidir” sözleriyle Erdoğan’a yanıt verdi. Evet, iki işgalci gücün birbirlerine karşı kullandıkları sözlere katılıyoruz. Her iki gerici güç de bir ulusu ezen, onun varlık hakkını bombalarla ortadan kaldırmaya çalışan, bunu da emperyalist efendilerinin “izni” ile gerçekleştiren güçlerdir. Kendi saldırılarını birbirinin saldırılarıyla örtbas etmeye çalışsalar da gerçekler ortadadır. Varlıklarını silahsız halkın yaşam alanlarını kendi egemenlik çıkarları doğrultusunda yok ederek, bir avuç asalak sınıfın temsilcilerine hizmet ederek sürdürdüklerini biliyoruz. Bu da en genel anlamıyla hâkim ulus burjuvazisinin pazarı üzerindeki egemenliğini, bu bölgelerdeki yer altı ve yer üstü kaynakları üzerindeki yağmasını tavizsiz bir biçimde sürdürme hedefi ile yapılıyor. “Beka” denilen söz konusu politika da iddia edildiği gibi Türk halkının değil, bir avuç azınlığın çıkarlarını güvence altına almayı amaçlıyor. Faşist diktatörlüğün şoven saldırganlıkla görünmez kılmaya çalıştığı gerçeklik budur. Mücadelemiz en başta bu gerçekliği kitlelere göstermek, bu gerçekler ışığında örgütlenmek ve kurtuluş bayrağını yükseltmek içindir.