Devrimci Dayanışmanın Dinamikleri ve Olanakları Hakkında

Seçim tartışmaları ile birlikte devrimci demokratik hareket cephesindeki genel durum bir kez daha değerlendirmeye muhtaç sorunlar taşıdığını gösterdi. Bu ifademiz “olumsuzluklar dizisiyle devam edecek bir yazı” hissi verebilir; ama bu tam olarak doğru olmaz. Elbette bir dizi olumsuzluk, gerilik ve hatta saçmalık söz konusudur. Bunlarla birlikte olumlu yönelimler, çıkarılabilecek dersler, devrimci görevlere doğru itekleyen nesnel şartlar da söz konusudur. Biz komünistler için temel alınması gerekenler de bunlardır zaten. “İflah olmaz iyimserlik” hali de komünistlerde bunlardan dolayı hasıl olur zaten…

DEVRİMCİ DİNAMİKLERDEN UZAKLIK

Seçim sürecinde çok ciddi bir devrimci-demokrat kesimin egemenlerin minderinde güreş yapmaya her koşulda hazır olduğunu gördük. Geçmiş seçim deneyimlerinin ve özellikle de kayyım atamalarının gösterdiği çok ciddi saldırılara rağmen bırakalım “boykot” seçeneğinin, seçimleri protesto etmenin dahi tartışılmadığı bir süreç yaşadık. Boykot tavrının daha baştan “sekter” ilan edildiği bu dönemde ama herkesin hemfikir olduğu nokta sonuç olarak bu seçimde de ciddi ve kapsamlı hilelerin olacağı, kitlelerin iki kutba bölünmüş gericilik arasında seçime zorlandığı ve devrimci-demokratik propagandanın önemli derecede baskı altında kalacağıydı. Nitekim gelişmeler bunu doğruladı. Bu durumla ilgili DEM Parti’nin varlığı, etkinliği ve olası kazanımları bir ayrıcalık oluşturmaktadır. Bunun da oynanabilir, devşirilebilir, içi boşaltılabilir bir ayrıcalık olduğunu söylememiz gerekir. DEM Parti’nin gücü ve etkinliği hiç şüphesiz dikkate değerdir. Olası kazanımları için de bugünden belli tahminler yapılabilmektedir. Buna rağmen seçim oyununda DEM Parti’nin ister istemez bir egemen sınıf aparatına dönüştüğünü kabul etmek zorundayız. Sadece devlet nizamının sağladığı koşullardan ve dayatmalardan ötürü değil aynı zamanda DEM Parti’nin dayandığı olanak ve yapılardan kaynaklı olarak bu bir gerçekliktir. Burada tek tartışmasız ve “güven verici” nokta DEM Parti’nin Ulusal Hareketin bütününü temsil etmemesi ve hatta onun görece tali bir parçası olmasıdır. Tam da bu nedenle DEM Parti’yle girilen batak bütün hareket için “boğucu” ya da “öldürücü” değerlendirilmeyebilir. DEM Parti’de rastladığımız zaaflar ve ciddi sorunlar bu bakımdan bir bütün Ulusal Hareket hakkındaki en temel fikirlerimizi etkilememelidir. Ulusal Hareketin -kuşkusuz sınırları belli- güvenilir özelliklerinin bu süreçte ciddi bir tahribata uğradığı asla düşünülmemelidir. Böyle olmadığı konusunda net olmalıyız. Bu kısım değerlendirmemizin dışındadır…

Seçim sürecinde “seçim karşıtlığı”nın çok zayıf olmasının nedenlerini tartışmamız gerekmektedir. “Hemfikir” olunduğuna dikkat çektiğimiz noktalar seçim karşıtlığı için güçlü saptamalardır. Buna rağmen tartışmanın bu noktaya evrilmemesi dikkate değerdir. Her şart altında seçim olanaklarından yararlanma taktiğinin vazgeçilmez olması devrimci-demokratik hareket açısından bir tür çaresizlik halidir. Çaresizlikten kastımız “kendine ait bir güzergâha sahip olmama”, “hedeflerin düzenin egemenlerinin sunduğu çerçevede sıkışması” durumudur.

BİR KAYBETTİRME POLİTİKASI

Bu sıkışmanın en bilindik ve kanıksanmış biçimi “AKP’ye, hatta Erdoğan’a kaybettirme” taktiğidir. Selahattin Demirtaş ile özdeşleşmiş olan “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü bu taktiğin en güçlü mottosudur. Bu sözde temsil olan “faşizme kaybettirme” anlayışı uzunca bir zamana damgasını vurdu ve ne yazık ki henüz bu sonlanmış değil. Kuşkusuz birçok şey farklıdır, söz konusu anlayış bazı bakımlardan değişime uğramıştır. Örneğin bu anlayışı “Seni başkan yaptırmayacağız” ile zirveye taşıyan Demirtaş bugün “Olası çözümün bir tarafı Erdoğan’dır” diyerek bazı temel şeylerin değiştiğini göstermiş oldu! “Adam başkan oldu, ne yapalım” diyor olabilir… Ne var ki “sonlanmamış” olan “faşizme seçim yoluyla kaybettirme” anlayışıdır. Bu anlayış tarafımızdan güçlü bir şekilde eleştirilmiş ve birçok defa mahkûm edilmiştir; ne var ki alt edilememiştir. Son tartışmamızda dahi karşımızdaki anlayış nihayet bu olmuştur.

Faşizmin AKP ve ona eklemlenen MHP’yle sınırlandırılması devlet mekanizmasının faşizme mecbur olduğunun ihmal edilmesinin bir sonucudur. Faşizmin zayıf/ çelimsiz iktisadi yapının emperyalist gericilikle kurduğu zorunlu ilişkinin ürünü olduğu gerçekliğini örten bu tutum seçim süreçlerini de demokrasinin görece halk için de işlediği, halk kitlelerinin “kendini ifade edebildiği” bir alan olarak değerlendirmeye dayanmaktadır. Oysa Türkiye ve benzeri ülkelerin gerçekliğinde seçimler halk kitleleri için bir kendini ifade etme alanı değildir. Faşist düzenlerin bütününde gördüğümüz bir özellik olarak “burjuva devlet mekanizmalarının kopyalanması”nın sonucunda bizimki gibi ülkelerde seçimler halkın kendisi için örgütlenmesine, kendini ifade etmesine olanak veren süreçler değildir. Seçimlerde amaç yöneticileri kendilerinin seçtiğine kitlelerin inanmalarını sağlamaktan ibarettir. Bunun da kaynağında “burjuva devlet mekanizmalarının kopyalanması” gerçekliği vardır. Bilindiği üzere M. Kemal dönemindeki ilk denemelerde seçimlerden “istenen sonucun elde edilemediği” fark edildiğinde çok partili döneme geçiş ertelenmiş, uygun koşulların oluşması beklenmiştir. Uygun koşullar oluştuktan sonra da koşulların sürekliliğinde problemler yaşanmış ve darbelerle müdahale kaçınılmaz duruma gelmiştir. Türkiye’de darbeler devletteki kliklerin birbirlerine karşı eylemleri olmaktan çok devletin vitrine yaptığı müdahaleler biçiminde değerlendirilmelidir. Elbette bu müdahalelerde kliklerin birinin önünü açarken diğerini engellemiştir. Ne var ki bu daha çok bir sonuçtur. Esas olan egemen sınıfların ve kuşkusuz emperyalist efendilerin temel yönelimini hayata geçirmektir, tüm darbeler buna hizmet etmek üzere gerçekleşmiştir. Buna en son yaşanan “engellenen 15 Temmuz darbesi”ne karşı gerçekleşen darbe de dahildir. Gülen Cemaati’ne vurulan darbeden çok TC’nin bölgesel sorumluluklarının önünü açan bu darbe birçok kez itiraf edildiği gibi bir tiyatro tadında yaşanmıştır. Varlığı ve dolayısıyla her gerçekleşmesi niteliği baştan belirlenmiş devletin sorumluluklarına bağlı olan seçimlerde halk kitlelerinin istemlerinin etkin olabileceğini varsaymak bir yanılgıdır. Seçim yoluyla “başkan yaptırmamak” sadece Erdoğan’a dair bir kanaati içermekle “takdir” edilebilirdir; ama aynı zamanda faşizmi mağlup etmek amacı da içerir ki işte bu tam bir yanılgıdır. “Faşizmi engelleme”yi değil devirmeyi amaçlamak gerektiğini ihmal eden bu kavrayış liberalizme bulanmış olmanın makus talihini taşımaktadır.

“AKP-MHP faşizmine kaybettirmek” üzerine kurulu bir politikanın faşizmi kavramaktan uzak içeriği bir yana bu politika daha da somut bir tehlike olarak iki faşist bloka ayrılmış bulunan egemen sınıflardan bir kanadın yanında saf tutmayı sağlar. Kuşkusuz saf tutulan bu yerin düzen partilerinin muhalif kanadı olması politikanın halk nezdinde görece “haklı” yanına işaret eder. Ne var ki burada konu ettiğimiz şey politikadır, devrimci-demokratik çizgide olanların politikasıdır. Bu çizgide olup faşizmin kanatlarında saf tutmak tipik bir politik acziyetin sonucudur. Bu seçim sürecinde de halkın iki kanattan birine; ama açıkça kendisine düşman saflara mahkûm edildiğine tanıklık ettik. Mevcut koşullarda halk için demokratik koşulların ve seçeneklerin konu edilemeyeceğini, örgütsüz ve kendini ifade etme özgürlüğü alabildiğine sınırlanmış bir halkın düşmanlarını seçmekten başka bir seçeneğe yönelemeyeceğini en başından beri söylüyoruz. “AKP-MHP faşizmine kaybettirmek” siyasetinin başından itibaren çok açık ve net bir düzen içi “çözüm” arayışı olduğu şüphe götürmezdi. Bu arayışın Kürt ulusal sorununun çözümü kapsamında geliştiğini vurgulamalıyız: buradan filizlenebilecek bir demokrasi çiçeğinin betonu çatlatabileceği varsayılmıştı. Oysa ekonomik açıdan emperyalizme göbekten bağlı ve en gerici sınıfların egemenliği altındaki bir ülkede düzen partilerinden halk için demokrasi ummak boynu bıçağa uzatmaktan farksızdır. Nitekim “kazanılan belediyeler”e uygun zaman saptandığında yapılan saldırılar, atanan kayyımlar faşizmin demokrasi alanını somutlaştıran bir pratik olmuştur. AKP-MHP ittifakının demokratik dönüşümde muhatap olabileceği iddiası yakın tarihten bile ders çıkarılamadığına yorulabilir. Ne var ki mesele bundan fazlasıdır: Bu “yanlış” tespit Kürt ulusal sorununun çözümünde halkın çıkarlarının temel alınmamasının bir ürünüdür.

Önümüzdeki süreçte orta burjuvazinin çıkarlarını temel alan bu siyasetin kendini hissettirmeye devam edeceğini bilmek gerekir. Orta burjuvazinin çıkarlarını temel almakla birlikte bu siyasetin bu sınıfın çıkarlarını gerçekleştirme olanağının bulunmadığını da unutmamak gerekir. Sonuçta orta burjuvazi bağımsız bir siyaset izleyemez, egemen olanın, güçlü olanın ardına takılır. Bütün suçlarına, gerçekliğine rağmen AKP’den, özel olarak Erdoğan’dan çözüme muhataplık beklemek ne faşizmi anlamaktır ne de bu figürlerin temel niteliğini. Küçük burjuvazinin de arkasından gitme olasılığının güçlü olduğu bu siyasetin makus talihi iki sınıf arasında kalması ve bu iki sınıftan güçlü olana, egemen olana tabi olmasıdır. Bu sınıflar burjuvazi ve proletaryadır. Burjuvazinin egemen olduğu koşullarda “çıkarlarını gerçekleştirebileceği alan” olarak burjuvazinin alanını gören bu siyaset toplamda yenilmeye mahkûm bir siyaset olarak değerlendirilmelidir. Son seçimlerde bir kez daha bu gerçekliği gördük. Süreci bir bütün olarak ele aldığımızda da aynı durumla karşı karşıya kalırız. Proletaryanın çıkarlarına dayanan gerçek bir devrimci hareket gelişmedikçe bu gerçeklik varlığını sürdürecektir.

BİR KOMÜNİST SORUMLULUK

Komünist hareketten bütün devrim süreci boyunca bu özelliği bilerek hareket etmesi beklenir. Egemen sınıflar arasındaki mücadelenin çatlaklarından sızabilecek demokrasi olanaklarına yaslanan orta burjuvazinin düzene muhalif eğilimlerinin etkisinde kalacak bir yönelim komünist hareketin kitleleri özellikle uyaracağı bir yönelimdir. İbrahim yoldaşın TKP değerlendirmeleri bu bakımdan incelenmeye değerdir. Gene zamanında TİP’te somutlaşan bu yönelim hakkında Komünist Partinin yaptığı değerlendirmeler de İbrahim yoldaşın sınıf tahlillerinden beslenmiştir. Bu yönelim halihazırda DEM Parti içinde de etkili olmaktadır. Komünist hareket bu yönelimi ısrarla eleştirmeli ve içinde yer alacağı tüm ortaklıklarda, birliklerde orta burjuvazinin çıkarlarından ileri gelen bu yönelim konusunda dikkatli ve uyarıcı olmaya devam etmelidir.

Devrimci hareketin genel yönelimini etkileyecek yeni bir sürecin başlamış olduğunu görüyoruz. Hem ülkedeki ekonomik koşulların ciddi derecede bozulmuş olması hem de emperyalist devletler arasında dünya çapında artan gerilim başta işçi sınıfı olmak üzere halkımızın düzene karşı hoşnutsuzluğunu derinleştirecek koşullara işaret etmektedir. Bu koşullarda devrimci hareketlerin bugünkünden daha güçlü ve etkili birliklere yönelmesi mümkün olabilecektir. Halkın çıkarlarına uygun tutum ve yaklaşımlar geliştirilebildiği her durumda zaten olanaklı olduğunu ifade ettiğimiz birlikte hareket söz konusu koşulların iteklemesiyle daha da mümkün olabilecektir. Kuşkusuz problem gene de halkın çıkarlarına yaklaşımdır, halkın düzene olan tepkisini, eylemini ortaklığın temeli, geldiği kaynak olarak kavramaktır. Bunun genellikle oluşmadığını, halkın ihtiyacı olarak devrimin eksik kavrandığını, dolayısıyla halkın öfkesinde, tepkisinde, eyleminde yakalanabilir olan birlikler yerine sekter birlikler inşa edildiğini söylemeliyiz.

Halkın çıkarlarını temel alan politikalarla hareket etmek konusundaki yetersizliklerimizi özel olarak tartışmalıyız. Çünkü devrimci dayanışmanın olanaklarını yaratmak ya da yakalamak konusunda kendimizde özel bir sorumluluk hissediyoruz. İşçi sınıfının çıkarları temelinde hareket ettiğimiz ölçüde kitlelerden yükselen sistem karşıtı tepkileri, yönelimleri doğru yerden yakalama olasılığı vardır. Dolayısıyla özel olarak komünistlerin bakış açısından ileri gelen doğru bir kitle çizgisinden söz ediyoruz. Hiç kuşkusuz devrimci hareketlerin genel olarak bu çizgiye denk düşen yaklaşımları vardır ve bizim devrimci dayanışmayı bu kesimlere öncelik vererek tanımlamamızda bu özellik esastır. Komünistlere özgü olan şey net bir bakış açısıyla, bilimsel yöntemle bu çizgiyi sürekli olarak üretmeleridir. Komünistlerin kendilerinde zaaf olarak gördükleri tüm şeyler bu çizgiye karşıtlıkla ilgilidir.

Kabul etmeliyiz ki doğru kitle çizgisi bakımından komünist anlayıştan pratik olarak uzağız. Pratik olarak başarısızsak bunun bilincimizdeki yanlış anlayışlardan kaynaklandığı tartışmasızdır. Eğer devrimci dayanışmanın olanaklarını ortaya çıkarmak ve geliştirmek amacındaysak öncelikle kendimizdeki bu zaaflara yönelmeliyiz. İşçi sınıfının çıkarları açısından bakmak ve kitlelerin sisteme karşı hareketinin devrimci olanaklarını yakalamak ancak bu durumda sürekli mümkün hale gelebilir. Aksi durumda bazen yakalanabilen ama esas olarak yakalanamayan, bazen yükselen ama esas olarak gerileyen bir hatta yürümek durumunda kalırız.

SÜREÇLERDEN ÖĞRENEREK BÜYÜYEBİLİRİZ

Bugünkü tartışmalarımızda bu özelliğe özel bir yer vererek, kendimizi bu bakımdan değerlendirerek devrimci dayanışma bakımından durumumuzu netleştirmeli ve ilerlemeliyiz.

Devrimci-demokratik hareketlerle ilişkilerimizdeki zayıflık bir süredir çoğumuzu rahatsız eden bir özellik. Elbette ilişkilerimizdeki zayıflık söz konusu hareketlerin oportünist, reformist tarzlarıyla doğrudan ilgilidir. İlkesizlik ve tutarsızlık oldukça devrimci dayanışma için yeterli koşul da oluşmaz ya da en fazla geçici paylaşımlar söz konusu olabilir. Ne var ki bu bahse konu ilişkinin bir tarafıdır. Esas olan da burası değildir. Esas olan taraf bizim söz konusu olanakları ortaya çıkaran, gösteren ve dayatan pratiğimizin zayıflığıdır. İlişkinin diğer tarafı ancak bu tarafın güçlü olması halinde tartışmalı hale gelebilir. Kendi çalışmalarında başarısız olan birinin başkasını eleştirmesindeki zayıflık gibi. Eleştirmek kendi başına yanlış olmayabilir ama gene de zayıftır. Seçim sürecindeki temel zaaflarımızdan birinin bu olduğunu kabul etmeliyiz. Kitlelerle olan ilişkimizdeki zayıflık ve yetersizlik kendini seçim politikamızın sahiplenilmesinde göstermiştir. Kitlelerdeki tepkiyi görmemek mümkün değil; ama aynı zamanda bu tepkinin düzen içine sıkışmış olduğu da bir gerçekti. Bu durumdaki kitlelere yürüyebilecekleri doğru yolu göstermekteki yetersizlik ihmal edilemezdir. Samimiyet, tutarlılık, güvenilirlik vb. kendini bu noktada gösterir. Devrimci dayanışma bakımından ele aldığımızda da aynı sorunla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Devrimci-demokrat dediğimiz hareketlerin çoğu bu seçim sürecinde de ilkesiz birliklerde yer almaktan geri durmadılar. Dar grup çıkarlarını öne çıkararak hareket ettiler. Devrimin ihtiyaçlarından çok reformizme takılı kalan “kitle ihtiyaçları”na dayanmayı benimsediler. Bunun olağan bir durum ya da sonuç olduğundan hiçbir şüphemiz yok tabii ki. Peki ama mesele bundan mı ibarettir? Bu aynı zamanda devrimci dayanışmanın olanaklarını ortaya çıkarmakta ve göstermekte esas olarak başarısız olan bize bir şeyler ifade etmemeli mi?

Kitlelerdeki hoşnutsuzluğun yoğun ve derin olduğunu söylerken sonuna kadar haklıyız. Üstelik bu bugün belirmiş bir olgu değildir. En başından beri yer yer yükselen ve alçalan Türkiye halkı gerçekliğidir. Örneğin Kürt ulusunun bütünü bu sisteme karşı en başından öfkelidir. Tüm ulusal hakları gasbedilmiş ve devlete itaat etmeleri dayatılmış Kürtlerin hoşnutsuzluğu başlangıçtan bugüne devam etmektedir. Bunun kısmen alçaldığı zaman ise “Kürt sorununun çözümü için adım atıldığı” zamandır. Bu adımın da büyük bir saldırı ile sonuçlandığını biliyoruz. Esas olan hoşnutsuzluktur ve bugün de hoşnutsuzluk derindir. Aynı şeyi halkın diğer kesimleri için de söylemek mümkün. Son seçim sürecinde de temelde ciddi bir hoşnutsuzluğun sürdüğünü gözlemlemek mümkün. Sistemden beklentiler büyük oranda “daha kötüsünden uzaklaşma”ya dayalı. Bu gerçekliğe karşın hoşnutsuzluğun devrimci dinamiklerini yakalamak ayrı bir sorumluluk ve çalışma gerektirir. Kendimizi tam da bu noktada değerlendirmeliyiz. Güvenilir ve sürdürülebilir ilişkiler olmadığında tespit edilen bu hoşnutsuzluk devrimci bir rotaya kendiliğinden giremez. Bu tartışmada veya değerlendirmede döne dolaşa varacağımız nokta kendimiz olmalıyız.

Kitlelere neleri, nasıl taşıdığımızı yapabildiklerimizle, yeteneklerimizle, bilgimiz ve deneyimlerimizle birlikte tartışmalıyız.

Devrimci dayanışmayı kavramak ve geliştirmek için de bu yolu izlemeliyiz. Çok daha fazla dayanışma için, devrimci eylem ve yönelim için oluşmakta olan koşullardan söz ederken kendimizi bu sürecin oluşumunda merkezde görmeliyiz. Büyümek, çizgimizi uygulamak, her türden oportünizme ve reformizme karşı mücadeleyi başarıyla yürütmek için koşullar hem yeterlidir hem de yeni yeni olaylarla olgunlaşmaktadır. Başarısızlık her birimiz açısından da bütün açısından da taşıdığımız sorumluluğu kavrayamamaktan gelmektedir. Görevlerimiz o kadar bilindik ve olanaklı ki birbirimize temas ettiğimiz her anda bunlar kendiliğinden dile gelmektedir. Kuşkusuz söz konusu görevlerin bütünlüğü karmaşık ve boyutludur. Bununla birlikte adım adım ilerlemek bakımından söz konusu görevler basittir ve uygulanabilirdir.

Koşulların olgunlaştığı gerçeğini tartışmalıyız. Seçim döneminde kitlelerde tanık olduğumuz politik düzey ve eğilimler bu gerçekliğin dışavurumudur. Bu politik düzeyi tartışmalıyız. Egemen zorba devletlerin çelişkileri derinleşmektedir. Bir dünya savaşı olasılığını tartışmakta olan Avrupa devletlerini ve Rusya’yı özel olarak izlemeli ve tartışmalıyız. Dünya halklarının düşmanı olan bu devletlerin halklara dayatmakta oldukları sorunları, Filistin halkına karşı nefret ve zorbalık olarak somutlaşan İsrail ve arkasındaki emperyalizmi tartışmalıyız. Yoksullukla birlikte üretim alanında maliyetlerin aşırı yükselmesini ve dolayısıyla üretimsizliği tartışmalıyız. Kürt ulusal sorunundaki açmazın kaynağının düzenin egemen sınıfları olduğu gerçeğini, halkın çıkarlarının bu sorunun tam ve kesin çözümünde olduğunu tartışmalıyız. Daha birçok somut sorun tartışılabilirdir. Halkımız bunlarla iç içedir. Bunlar ağır konular, teorik meseleler, halkın çok da ilgilenmediği politik meseleler diye bir iddia yersiz ve anlamsızdır. Kendimizi bu sorunların tartışıldığı zamanlar içinde örgütleyebiliriz. Devrimci dayanışmanın tüm olanakları bu zamanlarda gizlidir. Devrimci politikanın ve doğru kitle çizgisinin dinamiklerini bu zamanlarda harekete geçirebiliriz. Büyümek ve devrimci bilinçte derinleşmek için koşullar bugün de lehimizedir. Bunun için gereken şey sorumluluk almaktır.