Egemen Sınıfların “Laik” Cemaatleri -II

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Yazıyı dinle “]

Sınıfsal nitelikleri üzerine bir çalışma olduğu için kavramı genel bir bakışla açıklamakla yetineceğiz. Tasavvufta yani Sufizmde ya da daha Türkçe bir adla Sufilikte şefaat kavramı yer alır. Sufilikte yaratıcı ile yaratılan arasına yani Allah ile kul arasına şefaatçi girer, selefilikte ise yaratıcı ile yaratılan arasında aracı yoktur. Hatta selefiler tarafından peygamberlerin bile şefaatçi olmadığı belirtilir. Selefilik İbn-i Teymiye ekolüdür ve selefiliğin çıkışı da rasyonel olarak Anadolu’da Moğol işgali sırasında gerçekleşir; bu nokta önemlidir çünkü nefretlerinin sebebi bu büyük tarihsel olaydır.

Bir de Muhammed Bin Abdülvehhab ile Suudi Arabistan üzerinden gelişen modern Selefilik vardır. “İlim değil cihad mertebe kazandırır” tezi üzerinden askeri ve ideolojik silahlanır, Müslüman Kardeşler ile politik güç elde ederek bugünkü yapılar halini alırlar. Selefiler yaşadığımız ülkeyi ve egemenlerini Darül Harb olarak yani Müslüman olmayan devlet olarak gördükleri için dışarıdan bakıldığında cemaat ve tarikatlar ile mesafeli görünürler. Ve Akla selefiliğin ülkede nasıl yükseldiği, dünya genelinde aranan cihatcı üyelerin devlet desteği ile nasıl tedavi edildikleri, tutuklansalar da sonrasında nasıl serbest bırakıldıkları ve yine bu devletin selefiliğe cemaatlerden aldığı izinle nasıl alan açtığı soruları gelebilir. Bu soruların yanıtını devletin dış politikadaki çıkarları gereği “İslami terörizm”e olan desteğinde bulabiliriz. Örneğin Suriye ile Türkiye arasındaki Bab El hava sınır kapısı HTŞ yani El-Kaide’nin Suriye uzantısı Nusra Cephesinde yapılanan Heyet Tahir Elşam kontrolünde. Dönemsel olarak diğer cihatçı muhalif örgütler de HTŞ ile aynı çatı altında. Öte yanda Özgür Suriye Ordusu çatısı altında birleşen ufak çaplı silahlı gruplar da yine TSK ile birlikte tek merkezden komuta alacak kadar düzenli bir ordu haline getirildiler.

Devletin dış politikadaki çıkarlarından söz ederken Kürt nefretini de vurgulamak, bunun üzerinden İslami örgütleri desteklediğini ve dünyanın dört bir yanından bu örgütlere insan nakledildiği hatırlatmak gerekiyor. Konuyu biraz daha açacak olursak selefiler, T. Kürdistanı’nda da tarikat ve cemaatlerle birlikte dolaylı olarak ideolojik alanlarda siyasi otorite kuruyor; kız çocuklarının okula gönderilmelerinde aracı ya da koruyucu görevi üstlenerek, eğitim öğretim alanlarını örgütlenme yerleri olarak kullanıyorlar. Hal böyle iken Türk hâkim sınıflarının emperyalizm ve diğer İslam ülkeleriyle arasındaki organik bağ nedeniyle selefileri, tarikat ve cemaatleri Kürt nefretleri üzerinden ayakta tutmak ve dolaylı olarak da desteklemek gibi bir görevi var. Tabii ki devletin bu yapılarla ortaklaşa halde Kürtler üzerindeki nefret politikaları sadece T.Kürdistanı ile sınırlı kalmıyor. Örneğin Nur cemaatine bağlı İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın da Irak Kürdistanı’ndaki üniversite ve öğretim kurumlarına özel ilgisi var. Meseleye dini açıdan baksaydık bu çıkarları yani Kürt halkı üzerinde uygulanan politikalarda da bu yapıların niteliğini gözetemezdik.

Nedir bu hem dış hem de iç politikadaki ortak çıkarlar? Yineleyerek selefi örgütlere tarikat ve cemaatlerin dolaylı yoldan alan açtığını söylemek mümkün. Din olgusunun yolsuzluk, hırsızlık ve ticaret ortaklıkları gibi olaylarla gündeme getirilerek bir nevi inanç sömürüsü altında yozlaştırılması, selefi yapılara kopuşun gerçekleşmesini sağlıyor. Cemaatlerde örgütlenen yoksul çocuk ve gençler doğruluğuna inandıkları ve daha radikal olmalarından ötürü öfke ve acılarını sömüren cihatçı örgütlere geçiş sağlıyorlar. Selefiliğin askeri ve politik öğretisi üzerine yazan Abdullah Azam ve Zerkavi gibi isimler bu kopuşta etkili rol oynuyor; bakıldığında selefilik diğer tüm yapılardan daha entelektüel görünüyor. Tabii bu selefilere açılacak alanın önceden doldurulması için de gerekli yetki ve statülere ihtiyaç duyuluyor. Diyanet İşlerin’de basılan ve Nur Cemaati’nin kitabı olan Risale-i Nur örneği gibi. Bakıldığında tarikat ve cemaatler kapatılsın söylemi havada asılı sembolden farksız bir hale geliyor. Akla “kapanmasınlar da giderek daha da mı büyüsünler” düşüncesi gelebilir fakat buradaki ayrım noktası kapanıp kapanmamaları değil, bu sömürücü sınıfların tasfiye edilmesinin temel koşul olduğunun göz ardı edilmesidir.

İslamcı komprador burjuvaziyi ve toprak ağalarını bünyesinde tutan egemen sınıflar politik fraksiyonlardan ayrı tanımlanamazlar; bürokrasinin dini yaptırımları ya da güncel söylemlerle ‘Siyasal İslam” gibi tanımlamalar, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde halktan sömürücü sınıfları gizler, Marksist devlet teorisini sınıf iş birliği ile tahrip ederek laik ve muhalif görünen sömürücü sınıfı hasır altı eder. Bu yapılar edinilen siyasi otorite ile özel sektör olarak bilinen alanları kendi aralarında pay etmiş durumdalar. Sektörel tercihlerinin kamusal hizmet kategorisinde olmasının da elbette ki bir sebebi var. Dayanıklı tüketim ürünleri sektörü olarak da tarif edilebilen, risksiz ve uzun vadeli yatırımlar tercih ediliyor ve böylelikle vasıfsız işçi olarak nitelendiren kitlenin hem istihdam alanı haline geliniyor hem de hızlı para akışı sağlanıyor. Hizmet kalitesi ve verimliliği artırmak hem de devletin sağlık sektöründeki yükünü hafifletmek adına tekelleşen sağlık sektörü de bu sömürücü sınıfların gözdesidir. Örneğin hasta turistlerin yönlendirilmesi için çıkarılan sağlık turizmi belgeli, lüks odaları ve pahalılığı ile bilinen Emsey Hospital Menzil Tarikatı Şeyh’ine ait. Hastanenin başhekiminden doktorlarına kadar neredeyse tüm kadrolarının tarikatın yayın organı olan Semerkant TV’de sağlık adına konuşmalar yaptıkları biliniyor. Beraberinde MEDİCAL PARK, MEDİPOL gibi hastaneler de yine bu yapılar ile dolaylı yoldan iş birliği halinde. Sağlığın özel sektör üzerinden tekelleştiği bir dönemde yalnızca zengin hastaların tedavileri üzerinden para kazanıldığı söylenemez. Sağlık bakanlığının kanser ilaçlarını gümrük fiyatının 46 katı fiyatına satın aldığı ve özel hastanelerin ihale ile yeniden bakanlıktan bu kanser ilaçlarını hastalara parayla sattığı biliniyor. Eczacılar bu durumun halkın sağlığını tehlikeye attığını her dönem belirtseler de tarikat ve şeyhler devlet aracılığı ile kârlarını korumakta kesin bir biçimde kararlılar. Kârlarının bağıştan sıyrılarak direkt sektörel yatırımlara atılımı Özal döneminde, Arap ve Türk sermayesi ortaklığını korumak adına faizsiz bankalar yasası çıkarılarak gerçekleşiyor. Bu şirket ve holdinglerin yalnızca bağış ile kurulamayacağını tahmin etmek zor değil ve sektörlerin kendi aralarındaki payı yalnızca sağlık sektörü ile de sınırlı değil. Örneğin Binali Yıldırım’ın başbakanlık yaptığı dönemde yolsuzluk haberleri ile gündeme gelen vakıfların bağlı olduğu Erenköy Cemaati’nin ilgi alanı market sektörüdür. BİM isimli market şirketinin kurucusu Latif Topbaş, halk yoksulluktan kıvranırken bu yılın ilk çeyreğinde geçtiğimiz yılın ilk üç ayına oranla kârını yüzde 88 artırdı. Latif Topbaş’ın bağlı olduğu Erenköy Tarikatıyla ilişkili yurt, okul, spor kulüpleri, gençlik dernekleri gibi birçok sivil toplum kuruluşu ve vakıf adı altında yapılanmaları mevcut. Örneğin yine Erenköy tarikatına bağlı TÜGVA gibi çok kitlesel örgütlenme kuruluşlarına Kızılay üzerinden milyonlar aktarılırken bu sadece ekonomik sömürüdeki payla da sınırlı kalmıyor. Erenköy tarikatına bağlı birçok kurumla birlikte edindikleri kitlenin talebi adına festival ve konser gibi eğlence alanlarını da haram gerekçesiyle kısıtlıyorlar. Ancak haram ve helal kavramı yalnızca halk kitleleri için geçerli, borsada satışa arz ettikleri hisse senetleriyle amatör yatırımcı üzerinden SPK ve BİST destekli büyük vurgunlar yapmaları harama dahil edilmiyor.

Bu örnekler yine tarikatlara bağlı emperyalist mali sermaye ile gelişen akaryakıt istasyonları, tekstil şirketleri, otel zincirleri üzerinden çoğaltılabilir ancak görünen bir gerçek var ki o da tekelleşen İslami komprador ve toprak ağaları sınıfının kapatılamayacağıdır. Elbette söz konusu yapıların kapatılması gündemde olmalı ve bu talep halk kitlelerinde derinleştirilmelidir. Çünkü bu yapılar devlet erkinin koruyucularıdırlar. Yüzeysel kapatma tartışmaları bir yanda İslami kitleyi selefiliğe ya da benzer eğilimdeki özde gerici akımlara sevk edebilirken öte yandan da devletin bir yönetme aracı olan dindar/kâfir kutuplaşmasına olumsuz katkı verebilir.

Politik hegemonyanın üretim alanları halindeki eğitim kurumları da bu yapılarla çepeçevre sarılı. Örneğin Nur cemaatine bağlı Hayrat Vakfı Millî Eğitim Bakanlığı ve YÖK adına düzenli olarak 200 bine yakın öğrenci grubuyla yarışmalar düzenliyor ve sonrasında, yarışmalara katılan gençlere Risale-i Nur’u sözüm ona hediye ediyor. Eğitim ve öğretim alanları hem bu yapıların politik hegemonya alanı hem de kitlesel olarak güç edindikleri, palazlandıkları yerler halini alıyor.

Öğrenci sendikalarının barınma sorunu üzerine hazırladığı raporlarda sadece resmi olarak 3331 cemaat yurdu olduğu belirtiliyor. Devlet yurtlarının buralardan daha steril olduğu, cemaat yurtlarındaki baskıların gençleri intiharlara sürüklediği söylenebilir; ancak bu, egemen ideolojiyi tanımamanın ta kendisidir. Bugünün kadroları çekirdekten tarikat ve cemaatlerde yetiştirilerek sistemi ayakta tutulmaktadır. Sistemin kolonlarını oluşturan kadrolar tüm yapı ve kurumlara yerleştirilmiştir. Örneğin 6 Şubat depremi sonrasında Kızılay’ın başkanı Kerem Kınık, çadır ve konserveleri depremzedelere sattığının medyada duyulması neticesinde görevden alındığında yerine Menzil’e yakınlığıyla bilinen Fatma Meriç getirilmiştir. Bu kişi Kerem Kınık başkanlığında yardımcı pozisyonundaydı ve Kızılay etiketli gıda yardım kolilerinin alışverişini Menzil’e ait Nakış Gıda’dan yapan kurumun yetkili kişisiydi. Kızılay’ın maden suyu, konteyner ve çadır işletmelerindeki işçiler de Menzil Tarikatı’na bağlıdır.

Bu örnekler binlercesiyle çoğaltılabilir; ancak bu yapıların yetiştirdiği kadroları yalnızca AKP ile açıklamak, örneğin Gülen cemaatinin neredeyse tüm öğrenim görmüş kadrolarının mezun olduğu İngiltere’deki Exeter Üniversitesi çıkışlı olduğunu, muhalefetin eski Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da bunlardan biri olduğunu görmemizi engeller. Düzen, yıkım ve istikrar çelişkisini kullanarak ayakta kalmaya çalışmaktadır. Yöneten kadrolarının İsimlerinin değişimi ne bir gelişme ne de gerileme olarak görülebilir. Hatta bazı değişimler gelişmenin önünde engel haline bile gelebilir. Düzenin yan örgütlenmelere duyduğu ihtiyaç, enformel bağlarla yıkıma karşı direncinin de göstergesidir. Mürit hale getirilen yoksullar, gösterdikleri dirençle artık onlar için birer itaatkâr emek gücüdür.

Bu yazının üzerinde durduğu şey ve asıl amacı mevcut sistemin bu yapılardan ayrılamayacağını vurgulamaktır. Devlet, tarikatlar ve cemaatlerin ideolojik, ekonomik ve politik hâkimiyet alanıdır. Bu alan yani devlet aynı zamanda işçi sınıfının iktidar için hedefidir. Burada ne istediğimizi sorgulamalıyız; sadece tarikat ve cemaatlerin kapatılmasını mı? Tarikat ve cemaatlerin devlet ile ekonomik ilişkileri kesilerek tek bir kurum altında, denetimle toplanmasını mı? Ya da bir demokratik halk devrimi mi? Elbette bu soruların her biri farklı biçimlerde çözüm hedefli çoğaltılabilir, derinleştirilebilir. Ancak devletin manipüle ettiği bir alan üzerinden, dinin ilericilik ve gericilikteki temsiliyetinden, dindarlığın derecelendirilmesinden, kategorize edilmesinden hareketle yapılan tartışmalar bunun bir bütün olarak egemen ideolojinin, dolayısıyla aynı türden egemen sınıfların ürünü olduğu; bu yapıların burjuva-feodal devletten bağımsız olmadığı gerçeğini gölgeler. Bunun üzerinde ısrarla, kesinkes durmak gerektiği açıktır. Sınıf tavrı bunu gerektirir.

Kitlelerinin taleplerinin incelenmesinde devrimci kopuşu temel almak gerekir. Laiklik bu bakımdan kendi başına bir hedef olamaz. Laikliğin sınıfsal analizi yapılmadan savunulması burjuva laikliğine takılmayı getirir ki bunun reformizm olduğu açık olmalıdır. Kemalist laiklik ise laikliğin yakınından dahi geçmeyerek onu Sünniliğin kutsandığı ve hatta resmi din haline geldiği bir kısıtlıkta kullanır.

Sınıflı toplumlarda devlet hem laikliğe ihtiyaç duymuştur hem de onu güçlü bir biçimde tahrif etmiştir. Devlet, sınıflardan oluşan, buna rağmen kendini sınıfların üzerinde konuşlandıran bir mekanizmadır. Nesnel çelişkileri içinde barındırır ve yine iç çelişkilerinden oluşan aygıtlarıyla öznel düşüncelerde bir yansımadır; sınıflı toplumdan doğar ve somut sınıf çatışmalarının üzerinde soyut bir kült halini alır. Çatışan sınıflar üzerinde yarattığı uzlaştırıcı rolüyle, egemenliğini korumak adına belirli araçlara ihtiyaç duyar. Demokrasi, hukuk, özgürlük, adalet, laiklik gibi kavramların bireysel haklarla birlikte toplumun refahını oluşturduğu ve bireysel özgürlüğün siyasal özgürlüğü temsil ettiği algısı var edilir. Hatta ülkelerin geriliği bu normlar üzerinden tarif edilir ve mistifikasyonlarla bir yerden sonra toplumsal ilişkilerin insani ilişkiler olduğu ileri sürülerek üretim araçları maddi dünyadan soyutlanır. Örneğin kadın haklarının korunması söylemiyle kadınları demokrasi, hukuk hatta insani sorumluluk bayrağıyla sözde temsil eden devlet bir yandan da erkek egemenliğini sürdürür. Kadınların mücadele alanı, sorunun karşısına çıkarılan çözümlerin yetersizliğiyle sınırlandırılır; devlet için haklar demokrasi, hukuk ve anayasa tabanında aranmalı, mevcut sistemin devamlılığı reformlarla ayakta kalmalıdır. Yani devlet bir yandan sorunun kaynağı iken diğer yandan sorunların karşısına varlığını çözüm aracı olarak çıkarır. Sınıflı toplumla temellenen laiklik de bu kavramlardan bir tanesidir ve halk kitlelerinin laiklik talebinin çözüm arayışı yine devletin kendisidir. Devlet, varlığını şart koşarak din ile bağlarının ayrışımını tasnif eder; gücünü kurdurduğu hayallerde saklı kılar. Bu durumda eşitlik ve laikliği aynı cümle içinde bile kullanmak ideolojik körlüktür. Halk kitlelerinin taleplerinin ilerici ya da gerici olduğu konjonktürel çıkarlardan ziyade tarihsel bağlar ve maddi yaşamla ele alınmalıdır. Mevcut üretim ilişkilerinin yeniden üretimi üzerine geliştirilen politikalar, burjuva-feodal yapıların üretim araçları üzerindeki egemen rolünü değiştiremez. Yani egemen laiklik anlayışı bir nevi mevcut sistemin devamlılığının aracısı ve siyasal ideolojisine boyun eğmenin bir biçimidir. Kolay olan ve kitlelerin kulağına hoş gelen “devlet ile din birbirinden ayrılmalı, tarikat ve cemaatler kapatılmalı, herkes için laik ve özgür bir cumhuriyet yarınlara miras bırakılmalı” sloganını hepimiz atalım, atalım atmasına da hangi devlet, hangi din, hangi cumhuriyet sorularının cevabını da utangaç solculardan alalım. Halkın çıkarlarına göre hareket etmek ile halkın çıkarlarını temsil etmek aynı şey değildir. Proletarya diktatörlüğü ve devrim hedefinin yerine getirilen her bir sorun tanımı ve karşılığındaki eylem biçimi, iktidar hedefi olmayan sınıf iş birliğinin simgeler. Toplumda var olan mülkiyet biçiminin aynı zamanda emeğin de gasp ediliş biçimi olduğu teziyle, egemen sınıflar karşında örgütlenmekten başka hiçbir çıkar yol yoktur. Sistemin çözülüşünün kendisi yalnızca komünist devrime kadar nitel aşamalarla ilerleyecek olan devrimdedir, bugün ise demokratik halk devrimindedir.

Önceki yazı için tıklayınız.