Halkın İradesine Gölge Düşmeye Devam Edecek Mi?

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Yerel seçimler yaklaşırken hemen tüm siyasi aktörler her seferinde olduğu gibi gerçek bir “halk seçimi olacağı” varsayımıyla sürece “seçimlerin aktif destekleyeni” olarak dahil olmuş durumda. Genel ya da yerel, seçimlerin bütünü için tespit edilecek ilk şey sistem içinde ve sistem için gerçekleşen seçimlerin halkın iradesinin gerçekleşmesiyle ilgili olmadığıdır. Bunun temel nedeni “seçimin” önceden yasalarla sınırlandırılmış olması ve gene esasen yasalarla belirlenmiş zorbalıktan ötürü halk kitlelerinin neredeyse bütünüyle örgütsüz olmasıdır. Seçileceklerin olabildiğince sınırlandığı, ajitasyon ve propaganda özgürlüğünün olmadığı koşullarda halkın iradesinin gerçekleşmesinden değil, belirlenmiş bir iradenin, zaten egemen olan iradenin onayı niteliğinde bir seçimden söz edilebilir. Türkiye’de seçimler hemen her zaman bu koşullarda gerçekleşmiştir. Devrimci demokratik hareket açısından bu koşullar genelde devrimin çıkarları açısından değerlendirilmiş, yanlış ya da hatalı da olsa değerlendirmelerin amacı devrimin koşullarını hazırlamak olmuştur. Oysa bir süredir bu özellik yitirilmiştir. Amaç daha çok legal olanaklara yoğunlaşmak olmuştur.

Genel olarak legal olanaklardan, kitlelerin demokrasi talebini açığa çıkarıp güçlendirmek üzere yararlanma siyasetinin doğru olduğu görüşündeyiz. Seçimlerden de ancak bu siyasetin işlevli bir parçası oldukları durumda yararlanılabilir. Dolayısıyla her seçim süreci, bu siyaset için koşulların uygun olup olmadığı bakımından değerlendirilir. Eğer demokrasi talebini açığa çıkarıp güçlendirmek için ajitasyon ve propaganda olanağı varsa, eğer halkın gerçek temsilcilerinin seçilebilmesi olanakları söz konusuysa ve gene eğer bu olanaklar devam edebilir bir düzeyde ise kuşkusuz bu siyaset için koşullar vardır ve bunlardan yararlanmak da devrimci hareketin yadsımadığı ve yadsımayacağı bir seçenektir.

İçinde olduğumuz süreci bu kıstaslar bakımından değerlendirdiğimizde tablonun genelde olumsuz olduğunu görürüz. Devrimci demokratik bir hareket için değil sadece egemen sınıfların kendi aralarındaki çatışmaların yoğunluğu nedeniyle reformist, uzlaşmacı partilerin ve yer yer düzen partilerinin de demokratik hakları sınırlanmış durumdadır ve bu sınırlamalar keyfi kararlarla genişletilebilmektedir. Yasalar çiğnenebilmekte, devlet hiyerarşisine uyulmayabilinmektedir. En son Anayasa Mahkemesi kararı ile serbest bırakılması gereken bir milletvekili karara rağmen halen tutsaktır. Devletin en yetkin kurumları arasındaki çatışmanın bu düzeyde olması legal olanakların aslında muhalefetin hem de her türden muhalefetin elinin, kolunun parçalanmasına yol açan düzen çarklarına dönüşmesi anlamına gelir. Adını yasal nedenlerle sık sık değiştirmek zorunda kalan Kürt Ulusal Hareketinin legal çalışmalarının olabildiğince daraltılmış olması, belediye eşbaşkanlarının, çalışanlarının ve yüzlerce parti üyesinin tutsak olması bu gerçekliğin bir başka sonucudur. Bugün, adını en son DEM Parti olarak değiştirmek zorunda kalan demokratik ve ulusal legal partinin kitlelerle ilişkisi ciddi kadro sorunu nedeniyle sıkıntı içindedir. Düzen partileri, özellikle de iktidar partisi yasal ya da yasa dışı her türlü devlet olanağı ile “seçime” hazırlanırken esas olarak ezilen Kürt ulusunun desteğine sahip demokratik hareket yoğun baskı altında “seçim” hazırlıkları yapmaktadır.

Elbette en ileri demokrasilerde, özgürlükçü burjuva devletlerinde de düzen partileri ile düzen karşıtı partilerin olanakları aynı olmaz. Eşitlik, özgürlük her burjuva düzeninde burjuvaziye hizmetle ilgilidir ve değişik düzeylerde sınırlıdır. Ülkemizdeki eşitlik ve özgürlük sorunu bu ülkelerdeki düzeyle kıyaslanabilir değildir. Ülkemizde ifade ve örgütlenme özgürlüğü ezilen her kesim için suç kapsamında değerlendirilebilmektedir. Bu, ezilenler için demokrasi talep etmenin bu talebin hızlıca kitleselleşmesi, kitlelerde ciddi bir karşılık bulması nedeniyle böyledir. Egemen sınıflar kısa zamanda geleceklerinin, en temelde de düzenlerinin tehlikede olduğunu gördüklerinden bu talepleri örgütleyenleri düşman gören bir tutum geliştirmektedirler. Bu yakın zamanın bir sorunu değildir, devletin kuruluşundan itibaren yaşadığı bir sorundur. İlk otuz yılın tek partili sistemle yürütülmesi, kuruluşu bizzat M. Kemal tarafından sağlanan Serbest Parti’nin kısa zamanda güçlü bir muhalefet partisi haline gelmesi, kitlelerin onda bir kurtuluş olanağı görmesi nedeniyle gene kısa bir zaman içinde kapatılması bu gerçekliğin bir ürünüdür. Ancak devlet kurumlarının yerleşmesi, kitlelerin kendiliğinden gelişen hareketinin kontrol edilmesine olanak verecek yapıların inşası sonrasında çok partili sisteme geçilmiş, bu sistem de sıklıkla darbeler ya da ordu düzeyindeki farklı müdahalelerle sürdürülmek zorunda kalınmıştır. En son AKP iktidarında sağlanan “istikrar”da dahi ciddi müdahalelerin olduğu, sıklıkla politika değişikliklerine gidildiği, muhalefete ve özellikle de devrimci demokratik harekete güçlü saldırıların, sürekli baskıların gerçekleştiği bir sır değildir…

Koşulların demokrasi talebini ortaya çıkarıp geliştirmek, yaymak bakımından pek de uygun olmadığı durumda yasal olanaklara yüklenmek, seçim süreçlerini avantaj sağlayıcı zamanlar olarak değerlendirmek sadece güçlü bir örgütlenmemiz söz konusuysa olasıdır. Böyle bir örgütlenme yoksa eğer saldırılara göğüs germek olanaksızdır. Demokratik ulusal hareketin içine düştüğü çıkmaz ve bugünlerde kongrelerle, toplantılarla, özel yoğunlaşmalarla aşılmaya çalışılan devasa sorunlar, güvensizlikler bunun bir sonucudur.

Bu olumsuz tablo karşısında, bunları görmezden gelen bir yaklaşımla, bunları ihmal ederek girilecek bir “seçim yolu” başarısızlığa mahkûm bir sürece dahil olmak anlamına gelecektir. Politikamızı bu gerçeklikle birlikte yaratmak zorundayız. Karanlık içinde gözünü kapatmak “karanlığı alt etmek için” uygun bir yöntem değildir…

HAYAL KIRIKLIĞI DEVRİMCİ FİKİRLERLE AŞILIR

Devrimci demokrat bir ekseni benimseyen ve bu ekseni takip eden kitleler son seçimlerde büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Söz konusu kitlenin AKP karşıtlığına odaklanması, bu karşıtlık temelinde diğer düzen partileriyle ortaklaşma eğiliminin gelişmesi söz konusu hayal kırıklığının en önemli unsuru olmuştur. “İktidar partisine yenilmek” üzerine kurulu bu hayal kırıklığına son vermek adına bir kez daha reformist çizgiye, hatta düzen partilerine endeksli çalışmalara yönelmek yerel seçimlere giderken gene bir politik tercih olarak gündeme gelmektedir. Oysa söz konusu hayal kırıklığının baştan yanlış kararların, yanlış bir politik çizginin ve hatta yanlış beklentilerin ürünü olduğunu tespit etmek gerekir. Kendi gücüne dayanan, kendine güvenen, kitlelerin gerçek demokratik taleplerini açığa çıkarıp geliştirmek üzere örgütlenen bir legal çalışma yapmak yerine “AKP’den kurtulmak”la sınırlı, düzene nefes aldırmayı içeren bir sürecin parçası olmak devrimci demokratik bir yaklaşımın tutumu olamazdı. Söz konusu reformist eğilimin düzen partilerinden medet umması kuşkusuz beklenmedik veya ilk kez gerçekleşmiş bir olay değildi. Bu noktada muhalefetteki düzen partilerinin sonuçta iktidar ile düzenin selametinde buluştuğunu, kendilerine biçilen role uygun davrandıklarını vurgulamamız gerekir. En gerici devletlerde, faşist sistemlerde de farklı biçimlerde düzen içi muhalefet unsurları olabilir. Farklı biçimlerden kastımız parti içi fraksiyonlar veya farklı örgütlenmiş partiler, bazen devlet kurumlarında somutlaşan öbeklenmeler vs.dir. Bu yapıların gerçek anlamda, kitlelere dayanan türden muhalif yapılar olmadıklarını asla unutmamak gerekir. Gerek CHP’de gerekse de “6’lı Masa” denen oluşumun bütününde bu nitelikte bir muhalefetin olmadığını yaşayarak gördük. Bu gerçekliğin anlaşılması için elbette öz deneyime gereksinim yoktur. Sınıf analizleriyle yapılacak bir inceleme söz konusu partilerin bu özelliğini hemen görmemizi sağlardı.

Yukarıda değindiğimiz hayal kırıklığının düzene muhalif seküler kitlelerde, özelde işçi ve köylü kesiminde de etkin olduğunu elbette biliyoruz. Bu hayal kırıklığının giderilmesinin de önemli bir sorumluluk olarak kavranması gerektiğini kabul ederiz. Ne var ki burada hem söz konusu “hayal kırıklığının” kurdurulan hayalin niteliği nedeniyle tartışılması gerekir hem de buna dayanarak benzer hayallerin kurulmasına yönelmemek gerekir. Komünist bir perspektiften, hatta halkın çıkarları açısından bakıldığında asla “iktidar partisini düzen partilerinin önünü açarak düşürmeye odaklı” bir hayale kapılmamak gerektiğini vurgulamalıyız. Bu hayallerin hiçbir türü kitlelerin çıkarına hizmet etmez.

Hayal kırıklığının önünü almanın birinci koşulu devrimci ilkelerin, örgütlenmenin ve dolayısıyla halkın güçlerini korumaktır. Hayal kırıklığına yol açan yanlış tutumlardan ve analizlerden, beklentilerden sıyrılmaktır. Yenilgi koşullarındaki deneyimlerimiz politik öngörülerimizi doğruladıkça ve biz devrimi örgütlemenin en doğru ve kitlelerce benimsenebilir yollarını buldukça koşullar lehimize dönecektir.

Bu uzun zamandır yaygınlaşan reformist eğilimlere karşı da bir duruştur.

KAZANMAK İÇİN BİRLİK!

Devrimci demokratik hareketin uzun bir zamandır yasal olanaklar içine sıkıştığı ve bu olanakların da özellikle yargı kurumu aracılığıyla devlet tarafından iyice darlaştığı, devrimci demokratik hareketin ise bu sıkışma ve darlaşma içinde “devrimci” özelliklerini önemli oranda yitirdiği koşullar hayal kırıklığını üreten koşulların kendisidir. Her seçim sürecinde egemen sınıflar arasındaki dalaştan demokrasiye doğru ilerlemenin olanakları devrimci propagandaya galip gelmektedir. Hiç şüphesiz bu sonuç devrimci hareketin yitip gittiği, geri dönülmez bir dönüşüme uğradığı, bir daha toparlanamayacağı anlamına gelmez. Hakeza devrim fikrinden, devrimci hareketten önemli oranda uzaklaşmış geniş kitlelerin de aynı koşullarda kendisine sunulan seçeneklerden medet ummakta olması da geçici bir sonuçtur. Egemen sınıfların geniş kitleleri içine soktuğu cenderenin cıvatalarının çürümüşlüğüne işaret eden şeyler her gün yaşanmaktadır. Egemen sınıfların kolladığı, beslediği, yol verdiği çeşitli türden şarlatanın arka arkaya düzen tarafından kusulması makinenin eskisi gibi işlemediğini göstermektedir. Özellikle emperyalist devletlerin mali desteğine muhtaç bu makinenin bu desteği almakta zorlandığını görüyoruz. Mehmet Şimşek’le başlayan “Ortodoks ekonomi modeli”ne dönüşteki esas etken alınamayan desteğin karşılanmasını sağlayacak güvencelerin gerçekleştirilmesiydi. Bunun için çok daha fazla zamana ihtiyaç duyulduğu öngörülmekteyken mali sermayenin de bir kriz yaşadığını not etmek gerekir. Dünyanın birçok yerinde emperyalistler savaş tamtamları eşliğinde atışmaktadır. Mali desteğe muhtaç devletler için önümüzdeki yıllar gene model arayışlarıyla geçeceğe benzemektedir. Bunun toplumsal karşılığı çürümenin artması, daha fazla artığın kusulması, kitlelerdeki güvenin daha da kırılması ve devrime eğilimin de artmasıdır…

Bu koşullarda belediyecilik yoluyla devrimi hazırlamak hayaline kapılmanın bizim için hiçbir karşılığı yoktur ve olmamalıdır. Oysa belediyelerdeki toplumsal üretimin bölüşüm aşamasını ilgilendiren düzenlemelerle “komünist başkanlığın”, “sol-sosyalist anlayışın” örneklerini sergilediklerini iddia edenler de dahil bütün anlayışlar yukarıda belirgin özelliklerine dikkat çektiğimiz tablonun bir parçası durumundalar. Bunların hiçbirinin sol-sosyalist belediyecilik yapmadığını, faşizmle ayakta duran ve bunun için etrafındaki tehlikeleri bertaraf etmeye çalışan devlet tarafından yakın tehlikelerden sayılmamanın “avantajları”nı kullandıklarını söylemeliyiz. Bu elbette söz konusu yapıların arzusu değildir. Fakat içinde oldukları koşullar önemli derecede bundan ibarettir. “Komünist başkanlık”, “sol-sosyalist belediyecilik” adı verilen uygulamalar asla üretim koşullarında, siyasi koşullarda ve hatta kültürel koşullarda bir değişime yol açmamakta. Kitleler tarafından sahiplenilen bir çalışma biçiminin de yaşama geçirildiği söylenemez. Halihazırda gerçekleşen şeylerden en öne çıkanı “aynı üretim biçimi ve üretim ilişkileri” kapsamında bir tür satış kooperatifçiliğidir. Gelirin ve olanakların kullanımı ve bölüşümü alanındaki kısmi halkçılık ve halk lehine tasarrufun sosyalist anlayış olduğu iddiası kabul edilebilir bir iddia değildir. Böyle bir iddia sınıf savaşımından ve sınıf diktatörlüğünden uzak olmanın ürünü olarak çok bayat ve geleceği olmayan bir iddiadır. Bugüne kadar bu iddiaları hem kendileri ileri sürerek hem de başkalarının kendileri hakkındaki aynı iddiaları kabul ederek sınıf savaşımına ve sınıf diktatörlüğüne sırtlarını dönmüş olduklarını gösterdiler. Bu yaklaşımla ileri bir düzlemde ortaklaşmayacağımız açık olmalıdır.

Egemen sınıflar devrimci demokratik hareketin en güçlü, en örgütlü ve en kitlesel gücü olan Kürt Ulusal Hareketini özellikle yasal olanaklara hapsetmek için çok önemli “açılımlar” yaptı. Bu açılımların karşılık bulduğunu biliyoruz. Açılımlara olumlu yanıt veren hareketin seçimlerdeki “başarısı” yer yer abartılmış yer yer de yeni açılımların aracı gibi algılanmış ve tehlikeli kabul edilmiştir. Açılımların demokrasi lehine gelişmeler olduğu fikrine tutulan hareketin bir süre sonra bir cendere içine alındığını fark etmesi içinde olduğumuz koşullar bakımından önemini kaybetmiştir. Halihazırda yurtsever hareket bile bile aynı cenderede hareket etmeyi göze almıştır. Özellikle kayyım saldırısıyla “seçilmişlerin” dahi hapsedilmiş olması devletin politikalarının içerdiği şiddetin anlaşılması bakımından belirleyici önemdedir. Kuşkusuz sadece kayyımlar değil, yurtsever hareket uzun zamandır bitmeyen operasyonlarla bir bütün hapsedilmeye çalışılıyor. En son DEM Parti’nin Gençlik Meclisi üyeleri göz altına alındıktan sonra tutsak edildiler.

Kayyımlar, yerel yönetimler aracılığıyla halk kesimlerinin “kendi iradelerini” gerçekleştirebilecekleri hakkındaki beklentinin karşılıksız olduğunun güçlü bir ispatıdır. Seçilmişlerin yerine konan kayyımlar halkın iradesinin “farklı” tecelli etmesi halinde devletin bu iradeyi paramparça etmekte tereddüt etmeyeceğini gösterir. Söz konusu kayyımların sadece belediye başkanlarına yönelik bir saldırı olmadığını unutmamalıyız. Zaten tutsak edilen hemen tüm başkanların belediye çalışmalarından hareketle isnat edilen “suçlamalar”dan ceza almamış olmaları bu gerçekliği gösterir. Kayyımlar belediyelere Kürt yurtseverliğinin engellenmesi, bölgesel düzlemdeki gelişimine ket vurulması ve belediye olanaklarının egemen sınıfların hizmetinde kalması için atandılar. Bu egemen sınıfların Kürt hareketinden neden ve nasıl çekindiğinin de açıklamasıdır ve söz konusu olanın geçici bir politika olmadığını da gösterir.

Hareketin bu politika karşısındaki pasif tavrı da “açılım”dan beklentinin yarattığı biçimlenişin bir sonucudur. Hareket uzun bir süredir devrimci özelliğinde, dolayısıyla devrimci kitlesinde de bir gerileme içindedir. Devletin saldırılarıyla da derinleşen bu gerileme kayyımlara karşı aktif bir direnişi anlaşılmaktadır ki olanaksızlaştıran düzeydedir. Çizgi ya da politikanın örgütsel yapıyı ve pratik düzeyi belirlediği gerçeğinin bir tezahürü olan bu durum beklenmedik, açıklaması olanaksız bir durum olmamalıdır. Önümüzdeki yerel seçim sürecinde de benzer yaklaşımların devam edeceğine dair güçlü belirtiler söz konusudur. Kitlelerde karşılığı olan adaylar bulmak ve güçlü bir odak haline gelmek DEM Parti için bir amaçtır. Bu amaç kendi başına yanlış bir amaç gibi görünmemekte. Fakat her geçen gün daha da açığa çıkıyor ki bu yöndeki uğraşın temelinde düzen partileri tarafından görülmek amacı vardır. Bazen iktidar partisine avantaj sağlayacak kararlara ışık yakılırken bazen ve daha çok da muhalefet partileriyle ortaklaşma eğilimi öne çıkmaktadır. Bu sonuç sadece politik bir tutumla gündeme gelmiyor.

KARANLIĞA RAĞMEN IŞIK VURAN YERDEYİZ

Bu koşullar içinde yerel seçimlerde devrimci demokrat adaylara destek olmak ve legal olanaklardan devrimin çıkarları doğrultusunda sonuna kadar yararlanmak siyaseti için yeterince alan olmadığını kabul etmek gerekiyor. Elbette bu olası fırsatlara sırtımızı dönmeyi getirmemeli. Fırsatlar ve olanaklar yerellerde özel olarak incelenmeli, halkın çıkarlarına uyan, devrimci propaganda için yeterli şartları sunan ve çeşitli olanakları açığa çıkarıp geliştirmeye elverişli her durumda devrimci demokrat bir çizgide birleşme eğiliminde olmalıyız. Sahip olduğumuz devrimci fikirleri somut olanaklarla birleştirme fırsatı bulduğumuz durumlarda kendimizi yerel mekanizmalara aday göstermek de bu eğilimin bir parçasıdır. Merkezi olarak yaklaşımımız bunun için yeterli ve güçlü fırsatlar olmadığıdır. Bu süreci demokratik bir zeminde karşılamaya esas olarak yeterli gücü olan örgütlenmelerin genel seyri merkezi olarak böyle değerlendirmeye izin vermemektedir. Merkezi olarak görülmeyenin yerellerdeki varlığı olanaksız değilse de azdır. Buna sırtımızı dönmeden, çarkları devrimci demokrat hareketi parçalamak için dönen düzenin tam karşısında yürümeye devam etmeliyiz.

“Sol-sosyalist belediyecilik” denen reformist anlayışıyla da demokratik ulusal hareketin esasen pasifize olmuş ve düzen partilerinden beklentilerle biçimlenen politikalarıyla da ortak hareket etmenin devrim lehine olmadığı açık olmalıdır.

Bu koşullarda çizgimiz yerel seçimlerde esasen rol almamaktır. Politikamız çürümüş cıvatalarıyla legalitenin cenderesine girmemek, kitleleri bu cendere konusunda uyarmak ve bu cendereyi parçalayabileceğini kitlelere propaganda etmektir. Seçim sürecinde bu olanağı veren olanaklar gözetilmelidir. Sadece bu kıstasa uyan koşulların ve olanakların bir parçası olunmalıdır.