Sözde Bilimlerin Parlayan Yıldızı: Astroloji

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Bilim ve esasta doğa bilimleri, insanın sistematik bilgiyi nesiller boyunca aktarması ve bu bilgiler yoluyla doğa yasalarını keşfetmesi, bu yasaların farkında olarak yaşamın akışına müdahale etme becerisi elde etmesiyle ortaya çıkmıştır. Özellikle tarım, balıkçılık ve ticaretin gelişmesi ve bu alanda duyulan ihtiyaç bir bilgi edinme ve bilgiyi işleme yöntemine ihtiyacı doğurmuştur. Bununla birlikte gözlem ve bilgi birikiminin genişlemesi, tabiatın anlaşılması hususunda efsane ve mitlere görece rasyonel bir yaklaşım kazandırmıştır. Her ne kadar Mezopotamya ve Meksika’da M.Ö. 3500’lü yıllarda gökyüzünün incelendiği, geometri ve astronomi alanında ciddi bir merak oluştuğu görülse de bu dönemde yapılan gözlem ve elde edilen bilgiler merak gidermeden öteye gidememiş, herhangi bir reel açıklamaya ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak sonrasında Thales gibi antik dönem filozofları doğayı herhangi bir yaratıcı veya sorunun özünü perdeleyecek mistik bir olguya mahal bırakmadan açıklamak için girişimlerde bulunmuşlardır. Bu yaklaşım gözlem sonucu oluşan bilgilerle gerçeğin iç bağlantılarına temas etmeye olanak vermiştir. Gerçeğin bilgisinin işlevsel oluşu ve doğaya müdahale edebilme olanaklarını barındırıyor oluşu, bu dönem insanlarına doğanın yasalarını keşfetmeye daha fazla yönlendirmiştir. Gerçek ile hiçbir teması olmayan mit ve efsanelerden uzaklaşıldıkça oluşturulan kuramların gözlem sonrası karşılaşılan doğa olaylarına ne kadar yakınlaştığı keşfedilmiştir. Mısır’da arazilerinin sular altında kalmaması için tanrılara yakarma terk edilmiştir; çünkü Nil Nehri’nin taşkınlarının bir periyodu olduğu keşfedilmiştir. Böylece bu periyotları takip etme ihtiyacı, taşkınlara karşın önlem alma girişimleri, doğayı keşfetmeye ve keşfederken de matematik gibi yöntemlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Düşünme yöntemi de değişmiş ve derinleşmiştir. Leukippos maddenin kendisinden daha küçük herhangi bir maddeye bölünemez parçalardan yani atomlardan (atomas; eski Yunancada bölünmez demektir) oluşması gerektiği fikrini, öğrencisi Demokritos ile birlikte M.Ö. 5. yüzyılda ortaya atmıştır. Tüm bu örnekler, doğa bilimlerinin doğuşunda bir olguya işaret etmektedir.

Doğa bilimlerinin doğuşu bilgi birikimi ve teknik gelişimin değil, doğayı anlamaya çalışırken kullanılan yöntem ve anlayışın ürünü olmuştur. Yani doğru yöntem ve ele alış olmaksızın, tek başına bilgi birikimi insanlığı ileri taşıyacak bir unsur değildir. Engels’in ifadesi ile “18. yy.ın ilk yarısında doğa bilim, bilgide ve hatta eldeki malzemenin gözden geçirilmesinde Eski Yunan’dan daha üstün bir seviyedeydi, ancak bu malzeme üzerindeki teorik yetkinlik yani genel doğa görüşü bakımından Eski Yunan’ın altında bulunuyordu. Yunan filozofları için, dünya, aslında kaostan çıkmış, gelişmiş ve yaşama ulaşmış bir şeydi. Ele aldığımız dönemin doğa bilginleri için ise dünya, kemikleşmiş, değişmez bir şeydi ve bunların çağına göre de bir hamlede yaratılmıştı. Bilim, henüz tanrıbilimin ağı içindeydi.” Bilim ve bilgi birikimi arasında bu biçimde bir ilişki bulunmaktadır: biriken malzemenin doğayı anlama, yorumlama ve değiştirme eylemine dönüşebilmesinin, tarihin akışı içinde ilerici rolü oynayabilmesinin yolu, ele alışın da bilimsel yöntem ile olmasıdır. Bilgi birikimi ve gözlemin bilimsel yöntemden azade olması halinde ortaya nasıl bir ucube çıkar sorusunun cevabı sahte veya sözde bilimlerdir. Sözde bilimler, doğanın yasalarının ve bilimin idealist yorumlanışıdır. Sınanmaya kapalıdır ve gerçeğin tahribi üzerine kuruludur. Büyük çoğunluğu tarihsel mit ve efsaneleri, güncel bilimsel gelişmeler ile harmanlamaya çalışmakta, bu yol ile de bir “bilimsellik” kisvesi oluşturmaktadırlar. Birçok bilimsel alanı kapsayabilirler; astrofizik, genetik, tıp gibi alanlardaki bilimsel gelişme ve yasaları hedef alabilirler. Sözde bilimlerin büyük çoğunluğu kökenlerini, henüz doğa bilimlerinin ve bilimsel yöntemin gelişmediği ve insanların doğa gözlemlerini bilimsel bir amaç ile yürütmediği dönemlerden almaktadır. Bunlardan en çok bilinenlerden biri astrolojidir.

Astroloji, eski dönemlerde gök cisimlerine dair gözlemlerin bir ürünü olarak, gök cisimlerinin konum ve hareketlerinin insanın bugünü ve geleceği üzerinde doğrudan etkiler yarattığı savını ortaya atan bir sözde bilimdir. Astro (yıldız) ve logos (bilgi) eski Yunanca kelimelerdir. İlk örnekleri Mezopotamya, Çin ve bugünkü Meksika çevresinde görülmüş, İskender dönemi ile birlikte Batı’da Helenistik versiyonuna kavuşmuştur. Ancak ortaya çıkışı M.Ö. 3000’li yıllarda Babil ve Asurlar içerisinde yer alan gök araştırmalarına meraklı toplulukların gözlemlerinin yorumlanması ile olmuştur. 12 Kameri aydan oluşan ve bir Ay-Güneş takvimi kullanan Babilliler, takımyıldızlarını da bu aylar arasında bölüştürerek astrolojinin temellerini ortaya atmışlardır. Ancak o dönemde keşfedilmiş olan bir başka 13. takımyıldız olan Ophiuchus (Yılancı) takvime uymadığı için dışarıda bırakılmıştır. Yani Babiller 13 aydan oluşan bir takvim kullanıyor olsalardı 13. bir “yılan” burcu da bulunabilirdi. Batı’da astroloji özellikle Büyük İskender dönemi ile yaygınlaşırken doğa bilimlerinin ve bilimsel yöntemin ortaya çıktığı bu bölgede gök cisimlerinin hareketinin yorumu ile gelişen astrolojinin, dolayısıyla metafizik yaklaşımın ve idealist yorumun ağır bastığını ve bilimsel yöntemin baskılandığını görüyoruz.

Astrolojinin temel önermesi, gezegen ve yıldızların hareketlerinin insanın geleceğini belirleyeceği ve bunu yorumlamanın da olanaklı olduğudur. Böylece yıldız haritaları çıkarılır, astrologlar bu haritalara göre genel olarak dünyaya dair veya özel olarak bir kişiye dair kehanetlerde bulunur. Günümüzde de astrofizik ve astronominin gelişmesi ile birlikte ortaya çıkan bilgiler bir biçimde bu idealist yorumlara eklemlemektedirler. Gök cisimlerinin dünyamıza ve bize olan doğrudan veya dolaylı etkilerini ya da bizi hiç etkilemeyecek fenomenleri kehanette bulunabilmek adına kullanmaktadır.

Peki gök cisimlerinin bize doğrudan veya dolaylı etkileri nelerdir?

GÜNEŞ’İN VE DİĞER GÖK CİSİMLERİNİN DÜNYA’YA ETKİLERİ

Güneş yakıtını, yüzde 73 oranında içerdiği hidrojen atomlarının birleşerek helyum ve daha ağır element atomlarına dönüşmesi ile sağlamaktadır. İki hafif atom olan hidrojen atomları, birleşerek veya kaynaşarak tek tek hidrojen atomlarından daha ağır, ancak onu oluşturan iki atomun toplam kütlesine göre daha hafif bir atom oluşturur. Birleşen iki atomun, ortaya çıkan tek atomun kütlesinden daha fazla kütleye sahip olmasının sebebi, açığa çıkan birleşme enerjisidir. Bu enerjiye füzyon enerjisi de denir. Füzyon tepkimeleri ile ortaya çıkan yüksek enerji ve ekstrem sıcaklık sayesinde Güneş, durmadan ısı ve ışık yayar. Böylesi bir ortamda artık hidrojen gaz halinde bile değildir: atomları birbirinden ayrık, elektronların dahi atomlardan ayrıştığı madde hallerinden birine kavuşur. Maddenin bu haline “plazma hali” denir.

Dolayısıyla milyarlarca yıl boyunca hidrojen atomlarının sürekli biçimde birleşme faaliyetinde bulunacak olması, Güneş’i büyük bir ısı ve ışık kaynağına dönüştürür. Güneş sisteminde iç yörüngelerden birinde yer alan Dünya ise ısı ve ışığını doğrudan bu kaynaktan elde etmektedir. Güneş bu etkisi ile gezegenimizde yaşama olanaklı koşulların oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Bunun yanında olumsuz etkisi de mevcuttur: Güneş yüzeyindeki sürekli nükleer faaliyet, canlı yaşamı için tehlike oluşturan ciddi ışınımlar yapar. Kısa dalga boylu ve yüksek enerji paketçiklerine sahip Gama ve X ışınları, gezegenimizin dış bariyerine sürekli olarak çarpmaktadır. Ancak atmosfer sayesinde bu ışınların büyük bir bölümü yere ulaşamadan emilmektedir. Zaman zaman Güneş fırtınaları ile bu ışınımlar ve radyo dalgalarının kuvvetli bombardımanı sebebi ile özellikle uydu ve haberleşme alanında riskler oluşsa da insan yaşamına doğrudan, ciddi bir etkileri olmamaktadır. Bunun sebebi ise dünyanın manyetik alanı ve atmosferin ta kendisidir.

Dünya bu büyük doğal füzyon reaktörünün yörüngesinde yer alır. Bu yörüngeleri oluşturan ise Güneş’in yoğun kütlesinin uzay-zaman dokusunda yarattığı bükülme ve dalgalanmalardır. Bu dalgalar kütleçekimsel yörüngeleri oluşturur. Kütleçekim etki alanının içindeki cisimler, bu etkinin uzayı bükmesi sonucu oluşan joedezik eğrileri takip eder. Kütleçekim kuvveti evrendeki en zayıf kuvvettir, ancak etki alanı sınırsızdır. Diğer gök cisimleri bu kuvvetli kütleçekimin yarattığı yörüngelerde yerlerini alırlar. Hız, momentum ve kütleleri hangi yörüngede nasıl bir hareket izleyeceklerini tayin eder. Kaçış hızları müsaade eder ise bu yörüngelere takılmayabilirler ancak büyük kütleli cisimler genellikle gereken kaçış hızına ulaşamazlar. Bu biçimi ile yıldız veya yıldızlar, gezegenler, uydular ve asteroit kuşakları ile birlikte yıldız sistemleri oluşur.

Kütleçekimsel etki ile yörüngeler oluşsa da yıldızın kütleçekim etkisinin bunun dışında yörüngesindeki gezegene doğrudan etkisi olmaz. Bunun sebebi ise aradaki uzun mesafelerdir. Bu mesafeler arasında kütleçekim kuvvetini yenebilecek farklı kuvvetler devreye girebilir ya da daha yakın cisimlerin kütleçekimi daha etkin olabilir. Bu sebeple de Güneş’in kütleçekiminin özellikle de dünya üzerindeki canlılara doğrudan etkisi yok denecek kadar azdır.

Bu durum diğer gezegenlerin dünyaya etkisi için de geçerlidir. Her ne kadar sembolik modellerde birbirilerine çok yakın görünüyor olsa da örneğin dünyaya en yakın gezegenlerden biri olan Mars’ın dünyaya en yakın olduğu zamandaki mesafesi 62.1 milyon kilometredir. Bugüne kadar Mars’a ulaşabilmiş en hızlı mekik 131 günle Mariner 7 mekiğidir. Arada böylesine devasa bir mesafe mevcuttur. Mesafe öyle önemlidir ki Ay ile Dünya arasındaki kütleçekimden kaynaklanan gelgit etkisi, gelgitlerin yüzde 68’ine tekabül eder. Güneş kaynaklı gelgitler ise yüzde 32 dolayındadır.

Oysaki Güneş kütlesi Ay kütlesinin yaklaşık 27 milyon katıdır. Yani Dünya’nın genel hareketlerine dahi etkisi sınırlı iken Güneş’in kütleçekim etkisinin insanlara veya diğer canlılara doğrudan etkisinden bahsetmek mümkün değildir. Diğer yıldızların ve gök cisimlerinin etkisi ise söz konusu dahi edilemez.

GÖK CİSİMLERİNİN MANYETİK ALANLARI

Manyetik alan, elektrik yüklü parçacıkların hareketi sonucu oluşur ve vektöreldir. Aslında bir mıknatıs etki alanıdır konu ettiğimiz. Dünya da çoğu gök cismi gibi bir manyetik alana sahiptir. Bu manyetik alanın etkisi ile manyetosfer oluşur ve manyetosfer uzaydan gelen zararlı ışınların saptırıldığı alandır. Uzaydan gelen kısa dalga boylu ve yüksek enerjili ışınlar, manyetosferin üzerinden kayar ve dünyaya ulaşmaz. Bu sapma ise dünya üzerinden de görülen biçimi ile kuzey ışıkları veya aurora olarak ortaya çıkabilir. Yani manyetosfer, canlılık için hayati önemdedir. Dünya çekirdeğinde eriyik haldeki demir gibi ağır metaller manyetik etkinin Jüpiter ve diğer büyük gezegenlere oranla dikkate değer bir ölçüde olmasına olanak verir. Bu manyetik alan, tanım gereği güney ve kuzey kutuplarından oluşur. Ancak uzun periyotlar halinde manyetik alan kutuplarının yer değiştirdiği de bilinmektedir.

Böyle bir durumda dünya baş aşağı dönmez, ancak kuzey ve güney kutupları yer değiştirir.

Bu durum kısa süreliğine de olsa manyetosferi devre dışı bırakabilir, bu da gezegenimizi kozmik bombardımana karşı savunmasız bırakabilir. Yani Dünya üzerinde manyetik alan değişimi, Dünya üzerindeki canlı yaşama zarar verebilir.

Peki ya diğer gök cisimlerinin manyetik alanları Dünya’yı etkiler mi?

Dünya’nın manyetik alan değeri 25 ve 65 microtesla yani 0.25 ile 0.65 gauss arasındadır. Güneş sisteminin en büyük gezegeni Jüpiter’in ise 6.5 ve 10 gauss arasındadır. Manyetik alanın bu derece yüksek olması, Jüpiter’in manyetosferi etrafında radyasyon kuşakları oluşmasına yol açar. Ancak bu manyetik alanların insan üzerindeki etkisi doğrudan değildir. Karşılaştırmak gerekirse bir manyetik bar mıknatıs, binlerce gauss değerinde manyetik alana sahip olabilir. Günlük hayatta karşılaşabildiğiniz bu mıknatısların size, fikirlerinize, geleceğinize etkileri neler olabilir? Astrologların belirttiği gibi size iyi veya kötü bir gelecek için etki edebilir mi? Astrolojinin bilim ile alakası tam olarak bu seviyededir. Bizi eğer mesafe sorunumuz olmasaydı doğrudan etkileyebilecek yüksek manyetik alana sahip cisimler de mevcuttur. Nötron yıldızları ve magnetarlar tam da bu cinsten gök cisimleridir.

Nötron yıldızlarının manyetik alanı milyarlarca gauss değerinde olabilirken, magnetarların manyetik alanı ise katrilyonlarca gauss değerindedir. Bunun anlamı, manyetik alanlarının etkisi ile birkaç bin kilometre öteden atomlarımızı parçalara ayırabilir, yüz binlerce kilometre öteden elektomanyetik cihazlardaki bileşenlerde bozunuma yol açabilir. Ancak telaş edecek bir şey yok, keşfedilen en yakın magnetar bize 9 bin ışık yılı uzaklıktadır ve ömürleri de yalnızca birkaç on bin yıldır. Magnetar ve nötron yıldızlarının oluşması için ise Güneş’in birkaç katı büyüklüğünde kütleye sahip yıldızlar gereklidir. Bu cisimler oluşsa dahi bize etki edemeyecek kadar uzakta oluşacaklardır. Yani bilinen en yüksek manyetik alana sahip cisimlerin dahi bize etki etmesinin mümkün olmadığı mesafeler mevcuttur. Çubuk mıknatıstan daha az manyetik alan etkisine sahip Merkür’ün herhangi bir “retrosunun” (astroloji tarafından hatalı kullanılan bir kavramdır), bize nasıl etkisi olacaktır?

Kütleçekim ve elektromanyetik kuvvet haricinde, evrende bildiğimiz hareketi şekillendiren 2 temel kuvvet daha mevcuttur. Bunlar zayıf ve güçlü nükleer kuvvetlerdir. Güçlü nükleer kuvvet atom çekirdeğini bir arada tutar, kuarklar arası bağlar olan gluonlar güçlü nükleer kuvvetin yük taşıyıcılarıdır. Zayıf nükleer kuvvet ise bozunum ve parçacıkların tür değişiminden sorumludur. Etkisi güçlü nükleer kuvvetin milyarda biri kadardır. İki kuvvetin de ortak özelliği atom altı evrende çalışıyor olmalarıdır. Yani günlük hayatımızda belirgin ve doğrudan görebileceğimiz bir etkileri yoktur. Dolayısı ile astrolojiye dayanak olamayacaklardır.

“POZİTİF ENERJİ” SORUN ÇÖZER Mİ?

Son yıllarda popüler olan bir diğer husus ise “evrene pozitif enerji” göndermeye dair önermelerdir. Bu pozitif enerji gönderme seanslarının en temel fizik kanunlarına dahi muhalif olmasını bir kenara bırakalım, açıklanmaya muhtaç birçok kavramsal hata da barındırmaktadır. Enerji nedir, pozitif enerji nedir, enerji transferi nasıl yapılır, enerji nasıl dönüşür, bilginin evrende maksimum iletilebilirlik hız sınırı nedir, evren nedir, enerji evrende kime ve nereye gönderilecektir? Bunun dönüşü ne zaman olacaktır?

Birçok yaşam koçu, pozitif enerji eğitmeni gibi unvan taşıyan kişilerce, yukarıda sıralanan soruların birçoğu yanlış cevaplanarak, kalan kısmı ise görmezden gelinerek ciddi oranda kitleyi etkileyen bir sektör oluşturulmuştur.

Evren tanım gereği, uzay-zaman dokusunun ta kendisidir, yani her şeydir. Bir merkezi yoktur, bütünü ifade eder. Yönünüzü nereye dönerseniz, bir mikroskoptan veya teleskobun ucundan da bakacak olsanız, karşınızda duran her zaman evren olacaktır. Kastedilen bu değildir; çünkü uzaklara çok uzaklara mesajın gönderileceği dikte edilir. Bu uzaklık ne kadardır? Çünkü enerji, bilgi, mesaj vs. için de hız sınırı söz konusudur. Evrensel hız sınırı ışık hızı ile sınırlıdır. Yani mesajınızı bir takımyıldızına gönderiyorsanız kötü haber! En yakın yıldız olan Erboğa Takımyıldızı içindeki Proxima Centauri yıldızı, bizden 4,24 ışık yılı uzaklıktadır. Bu da ışığın veya bilginin bu yıldıza ulaşmasının minimum 4,24 yılı alacağı anlamına gelir. Mesajınız ışık hızında dahi ulaşsa, 4,24 yıl geçmiş olacaktır. Acil bir ihtiyacınız var ise boşa uğraşmayın!

Ayrıca göndermek istenen pozitif enerji tanımı, kendi başına oldukça sorunlu bir tanımdır. Şöyle ki evrende herhangi bir noktaya iş yapabilme kapasitesi olan bir sistem gönderilmeye çalışılmaktadır. Bu sistemin pozitifliği veya negatifliği bir kenara, bu iş yapabilme kapasitesi olan sistemi yani enerjiyi bir insanın odaklanarak evrene gönderme olgusunun bilimde herhangi bir karşılığı yoktur. Gönderilen enerjinin türü nedir? Isı enerjisi, nükleer enerji, kimyasal enerji türlerinden hangisini zihin gücümüz ile evrene gönderebilme kapasitesine sahibiz? Elbette bu sorulara makul cevap bulmak mümkün değildir.

BİLİMSEL YÖNTEM BİLİMİN TEMELİDİR

Gözlem ve deneyler ile edinilen bilgiler, ancak bilimsel bir yöntem kullanılır ise bilimsel bir teoriye dönüşebilir. Yani, Jüpiter’in kuvvetli manyetik alanının oluşturduğu radyasyon akımları, bir gün bu radyasyon kuşağından geçmek zorunda kalan canlı form için tehlikeli olabilir. Gönderilecek uydular için risk oluşturabilir. Ancak burjuva medyada, gazete köşelerinde günlük burç yorumlarında bahsedilen konuların hiçbir etkisi yoktur.

Sorunun niteliği, toplumu idealizmin karanlığına sürüklenmeye teşvik etmektir. Bilimsel verilerin bu şekilde işlenmesi, insanları bilime yakınlaştırmaz, tersine daha da uzaklaştırır. Bilimsel yöntemden kopuş, aynı zamanda tüm alanlarda gericileşmeyi beraberinde getirir. Kitlelerin gerçek ile olan bağı koparılır, gerçeklerden uzaklaştıkça, mücadele isteği de körelecektir. Çünkü insanın kendi çıkarlarının bilincine varması güçleşecektir. Çevreye olduğu şekli ile değil, öznel yorumları ile ve olmasını beklediği şekilde bakacaktır. Yani sözde bilimler, yalnızca bilimin birer kötü yorumu değillerdir, aynı zamanda toplumun geleceği için son derecede zararlıdırlar.