Egemen Sınıfların “Laik” Cemaatleri -1

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Geçtiğimiz günlerde Menzil tarikatı şeyhi Abdülbaki Erol öldü ve cenazesinde 3 milyon civarında insanın toplanacağı söylendi. Kalabalık bir kitle toplansa da manipülatif amaçlı imajın gerçekçi olmadığını belirtmek gerekir. Olayın haberleri okunduğunda toplanan sayının 250 bin kişi civarında olduğu görülecektir. Kuşkusuz bu kalabalık bir sayıya işaret eder. Tarikatların zannedilenden de güçlü, geniş bir tabandan tarafından desteklendiği, görmezden gelinmesi mümkün olmayan dolayısıyla sosyal açıdan kabul edilmesi gereken, siyasi olarak da onaylanması gereken oluşumlar olduğu bu yolla zihinlere kazınmaktadır. Bunun bir propaganda olduğunun altını çizmek gerek… Cenazeye gösterilen siyasi ilgi de aynı amacı gütmüştür. Erdoğan başta olmak üzere AKP kadroları, Bahçeli, Babacan, Karamollaoğlu, Erbakan ve Davutoğlu gibi isimler tarikat şeyhini anarak ailelerine baş sağlığı dilediler ve “tasavvufçu”, “kanaat önderi”, “manevi lider” gibi nitelemelerle tarikat şeyhini meşrulaştırmaktan hiç sakınmadılar. Şeyh için THY tarafından 15 dakika arayla uçak seferleri konuldu. Aralarında çakarlı lüks araçların da olduğu binlerce araç konvoy halinde Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyüne akın edildi.

Şeyhin ölümü üzerine “laiklerden” gelen yorumlularda 15 Temmuz sonrası devletin tarikat ve cemaatlere alan açtığı söylendi ve TC’nin artık rejim değiştirdiği, bir tarikat devleti olduğuna dikkat çekildi.

TC’nin tarihsel gelişimi ve Osmanlı’dan devraldığı feodal yapı incelendiğinde tarikat ve cemaatlerle özünde arasına esaslı bir mesafe koymadığını görürüz.

Belli dönemlerde klikler arası dalaşta güncel politik söylemlerde kullanılsa da tarikat ve cemaat gerçekliği bu dalaşın içerisinden değil mevcut toplumsal ve ekonomik ilişkiler içerisinde incelenmelidir. İlk yöntem manipülatiftir ve bir kliğin söylemlerinin hegemonyası altında olmakla sonuçlanır. Birçok reformist yapının bu meselede düştüğü durum tam olarak budur.

Tarikat ve cemaatler varlıklarını bugüne kadar iktidar ortağı olarak sürdürmüşlerdir. Ulus devlet merkeziyetçiliğiyle, ulusçulukla bütünlük sağlayamadıklarında, imparatorluk kültürü içinde özerk yapılarını devlete rağmen sürdürme eğiliminde olduklarında kısıtlansalar da kapatılsalar da siyasi erk, dini erki payandası olarak görmüş, onunla güçlü bir ittifak kurmuştur. Bu iki erk tek bir çatı altında devleti şekillendirmiştir. Bazı kesimler 1950-1960 arasında İslamcılığı temel alan partilerin bulunmadığını ya da partilerin tarikatlarla bağlarının olmadığını, bu ilişkilerin 12 Eylül döneminde temellendiğini, bugünkü yapının bu temel üzerinde oluştuğunu belirtse de işin aslı öyle değildir. Tarikat ve cemaatler farklı çatılar altında hareket ederek varlıklarını TC dönemi boyunca tüm temelleriyle sağlamlaştırmışlardır.

23 Nisan 1923’te içerisinde 8 şeyh 61 de din adamının olduğu meclisin açılış töreni Hacı Bayram Camii’nde gerçekleşmiş, Kur’an okunarak hatimler indirilmiştir. Dönemin tarikat liderleri mükafatlandırılarak maaşa bağlanmıştır. Bunun neyin karşılığı olduğunu vurgulamak için bu liderlerin yönettiği tekkelerin matbaa ve silah saklama alanları olarak kullanıldığını belirtmekle yetinelim! Kuruluş sürecindeki bu uzlaşı devletin dayandığı sınıflar ve kesimler hakkında doğrudan bilgi içermesi bakımından önemlidir. Zira “cumhuriyetçi” retoriğin güçlü argümanlarından birinin bu devletin laik bir devlet olduğudur. Oysa bugün 12 Eylül Askeri Cuntasının ürünü olduğu ileri sürülebilen tarikatlarla bu devlet daha kuruluş yıllarında iş birliği halindedir. Bu güçler arasında yoğun, uzlaşmasız, biri diğerini yok etmeye ayarlı bir ilişki hiçbir zaman olmamıştır.

Tarihsel olguların ele alınış biçimi bugünün değerlendirmeleriyle bileşim halinde olmalıdır. Bu yazıda tarikat ve cemaatlerin sınıfsal niteliği, bazılarının sömürücü sınıflardan bağımsız hareket etmekten öte direkt sömürücü sınıfları temsil eden yönleri açıklanacaktır. Ancak önceliği tarikat ve cemaat ayrımına vereceğiz. Bu noktada kavramların bize gerçeği anlamakta yardımcı olacağını düşünüyoruz.

Tarikat ve cemaatler, buna gene yaygın bir kavram ve gerçeklik olan mezhepleri de katmak gerekir, bazen birbirleriyle karıştırılsa da farklı oluşumlardır. Tarikatlar cemaatlerin birliği; cemaatler tarikatların bölümleridir. Genişten dar kapsamlıya doğru mezhepler, tarikatlar ve cemaatler şeklinde sıralanabilirler. Cemaatler bir tarikata mensuptur ancak bu, bunların birbirlerinin yerini alabilecekleri anlamına gelmez. Tarikatlar cemaat değildir; ancak cemaatler kendi içerisinde tarikatlar barındırır. Her bir yapı kendinden öncekiyle birlikte ilerler fakat o artık yeni bir yapıdır ve birçok kere bölünerek cemaatler oluşturabilir. Buralardaki liderlik vasıfları da farklıdır; tarikatlar şeyhlik, cemaatler ise bir cemaat lideri tarafından yönetilirler. Üretim ilişkileri olarak değerlendirildiğinde sosyo-ekonomik açıdan da farklı özelliklere ve niteliğe sahiptirler.

Cemaatler, emperyalist kapitalist sistemle daha doğrudan ilişkilere sahiptirler, tarikatlar ise eskiye, dolayısıyla tabana daha yayılmış halde feodalizmi içerirler, mezheplerin ise kölecilikten kalma karakter taşıdıkları görülür. Kuşkusuz bunlar keskin ayrımlara sahip özellikler değildir. Buradaki içeriklerin birbirlerini beslediğini, karşılar ve destekler nitelikler olduğunu da vurgulamak gerek.

Ülkemizdeki tarikat ve cemaatlerin incelenmesinde İslam dini hedefe koyularak, dini eksende ilericilik ve gericilik tartışmaları yürütülmektedir. Böylesi tek yanlı ve sömürücü sınıfların hâkimiyetini güçlendirecek ele alışlardan ileri gelen tartışmalarla, politik olarak İslami ağırlıklı bazı hareketlerin, emperyalizme göbekten bağlı olan sistem ile çelişen yönünü açığa çıkaramaz, gene dini çıkarlar doğrultusunda yine aynı sistem içindeki konumlanışlarını gözden kaçırmış oluruz. Tarikat ve cemaatlerin hepsinin devleti temsil ettiği ve devletin de tüm tarikat ve cemaatleri desteklediği düşüncesi devrimden çıkarı olan kitleleri de içeren bu yapılanmaların özel ve somut olarak incelenmeleri gerektiğini atlamamıza neden olur. Din bir yandan egemenlerin sömürüsünde aracı olurken diğer yandan da ezilen halkların isyanının bir parçası olabilir. Elbette bu isyanın nedeni sınıfsaldır, somut koşullardır. Din hemen hiçbir zaman bir isyan nedeni olmaz. Din esas olarak yatıştırıcı bir etkiye sahiptir, kitleleri hayal dünyasındaki, gerçek ötesindeki kurtuluşa bağlar ve yatıştırır. Ne var ki yatıştırıcılar da acıyı, öfkeyi bir yere kadar öteler. Kabına sığmadığında kitleler dini sembolleri de isyan bayrağı olarak kullanmaktan çekinmezler. Bunun farkında olmak ve buna göre politika belirlemek bizi sistem ile çelişen İslami hareketlerden yana yapmamalıdır. Aksine İslami hareketlerin ulvi değerlerinin kitlelerin değerleri olmadığı konusunda zihnimiz açık olmalıdır. Dinlerin, tarikat ve cemaatlerin nihayetinde hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettikleri konusunda muammaya yer yoktur. Bu ayrımı belirttikten sonra yazının bundan sonraki kısmında tarikat ve cemaatlerin tekelleşmesine değineceğiz. Ayrıca yazımızın devamında kendilerinden kısaca “bu yapılar” diye bahsedeceğiz.

Bugün bu yapıların tarihsel bağlarıyla birlikte güncel politikalarını incelediğimizde, lider ve şeyhlerin İslami düşüncenin örgütlenmesiyle değil ekonomik çıkarları için İslamı ve siyaseti bir araç olarak kullandıklarını görürüz. Bu yapılanmalarla ilişkili kitleler Allah ile aralarındaki araç olarak gördükleri şeyh ve liderlere bağışlar yapıyorlar. Fazlasıyla yoksul bir tabana dayalı olmalarından ötürü bağışlarla damlaya damlaya göl olamayacağını iyi bilen şeyhler ve liderler ekonomik gücü ellerinde tutabilecekleri bir alana ihtiyaç duyuyor: siyaset alanı.

Devletin kurucu öznelerinden olan bu yapılar, siyasetin açtığı alan sayesinde dini değerlere yaslanarak bağış adı altında tekil ele alındığında ufak çaplı bir sömürü mekanizması oluştururken mürit olarak ilk önce yoksul çocuk ve gençleri hedefliyorlar. Her yapının yoksullara ulaşmak gibi bir öncelikleri vardır. Çünkü çoğunluk onlardır ve kârlarına ortak değil kendilerini ayakta tutacak güce gereksinimleri söz konusudur. Artan yoksulluk, yoksulluğun devamlılığı bu yapılar için önemli bir varlık nedenidir. Böylelikle toplumsallaşmanın nesnel sebebi varlığını korumuş olmaktadır ve toplumsallaştıkça da halk kitlelerinin karşısına politik yönlendiriciler olarak çıkmakta zorlanmamaktadırlar. Bazen dolaylı bazen de dolaysız onları çözümü veya çıkış yolunu, çoğunlukla da hangi düzen partisine oy verileceğine karar veren “yetkili merci” olarak görürüz.

Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, işsizlik ve yoksulluk gibi konularda da bu kişiler tövbe kapısı ya da kurtarıcıdırlar. Aracılık rollerini burada da üstelik en pespaye yöntemlerle oynarlar. Örneğin aileler çocuklarında uyuşturucu bağımlılığını fark ettiklerinde, genellikle devletin uyuşturucu ile mücadele merkezlerine (Alkol ve Madde Tedavi Merkezleri) başvuruyor ancak yetersiz yatak ve randevu alamama gibi sorunlar nedeniyle tarikat veya cemaatlerin dergâh ya da uyuşturucuyla mücadele derneklerine gidiyorlar. Devletin politikalarına, yönlendirmelerine rağmen birer mürit olan aileler bağımlılara aidiyet duygusu kazandırmak adına bu dergâh ya da dernekleri tercih edebilmektedir. Elbette burada devletin gizli iş birliğini görmezden gelmemek gerekir…

Bu yapıları yine sosyo-ekonomik temelli ele almadığımızda içlerinde gerçekleşen taciz, tecavüz, istismar vb. olaylara da yalnızca dini sapkınlık olarak bakar, katlanılamaz bir dogma ile birlikte politikasızlığa hapsoluruz. Biliyoruz ki olguların belirlenimi, belirlenme niteliği ve sorunun ortaya konuş biçimi aynı zamanda mücadele hattının ve örgütlenme biçiminin de rotasıdır.

Halk kitlelerinin sorunları karşısında sistemin teşhiri ötelenerek bu yapılanmaların kapatılması ve devlet ile dinin birbirinden ayrılması gündeme getiriliyor. Evet bu halk kitlelerinin meşru bir talebidir ve biz bu talepte derinleşmeliyiz; ancak bu yine aynı kitlenin tam bir dogma olarak yaslanmış olduğu dine savaş açarak mümkün olmayacaktır. İslam dini üzerinden sükse yapılan Arap “gericiliği” ve Türk şovenizminden yana olarak öne sürülen bu talep, kitleler nezdinde hiç de cazip değildir.

Bu bağlamda bir kez daha tarikat ve cemaatlerin herhangi bir kliğin palazlandırdığı yapılar olmadığı gerçekliğini bu yapıların mevcut sosyo-ekonomik ve kültürel yapıya bakarak görürüz. Burjuva-feodal yapı içerisinde varlıklarını sürdüren dönem dönem parlatılan, ancak varlıkları sürekli olan bu yapılara karşı mücadele “laikliği savunmak”la sınırlı olamaz. Nitekim bugün bunu savunan kesimin içerisinde TC’nin kurucu partisi CHP’nin de olduğunu görmek gerekir. Egemen sınıfların laikliğe yaklaşımıyla komünistlerin yaklaşımı bir olamaz. Komünistler son kertede laikliği savunurlar ancak bunu klikler arası dalaşın bir parçası ya da başka bir egemen kliğin perspektiften değil proletaryanın bağımsız siyasal çizgisi ve ideolojisiyle yaparlar. Yine bu yapılara karşı mücadeleyi de salt bu yapıların ortadan kaldırmaya dönük bir ajitasyonla sınırlı tutmazlar. Bu yapıları ortaya çıkaran sosyal-ekonomik, tarihsel ve kültürel gerçekliği görür, düzenin bir parçası olarak gördükleri yapılarla mücadeleyi burjuva-feodal sistemin alaşağı edilmesi mücadelesiyle birleştirerek sürdürürler.

 (Devam edecek…)