Sermaye Devletlerinin Dibi Görünmez Kaynağı: Vergiler!

Devletler öteden beri vergiyle ayakta kalan kurumlar olmuştur. Kuşkusuz bu, devlete duyulan toplumsal gereksinimden bağımsız bir olgu değildir. Modern devlet için bu aynen, ama elbette daha sistemli ve zorunluluk kaidesiyle birlikte geçerlidir. Bu devletin en temel gelir kaynağını emekçi sınıflardan toplanan vergiler oluşturmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 60. hükümetin “eylem planı”nı açıklarken sarf ettiği şu cümle her şeyi çok güzel özetlemektedir: “Bizim tek petrol kuyumuz vergi.”

Çalışanların vergi yükü, son yıllarda yeniden artış eğilimine girerken Türkiye’de çalışan işçiler, OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) ülkeleri içinde de en çok vergi ödeyenler arasında bulunuyor.

Emekçiler sadece vergi dilimleri yoluyla soyulmuyor. Türkiye’de vergi sistemi baştan sona adaletsiz. İşçinin ücret geliriyle, kârların, faizin, rantın aynı oranda vergilendirilmesi başlı başına adaletsizlik. İşçilerin bordrolarından vergiler tıkır tıkır kesilirken patron kazançları bir sonraki yıl vergilendiriliyor. Patronlara verilen imtiyazlar, indirimler, teşvikler bu adaletsizliği büyütüyor. Yetmiyor, büyük holdinglerin, şirketlerin vergileri bir gecede sıfırlanabilirken on milyonlarca ücretlinin vergi yükü asla omuzlardan indirilmiyor. Ücretliler için bu zorunlu ve sürekli vergi yükü taşıma adaletsizliği keyfiliğe dönüştürüyor. Bu adaletsiz vergi sistemi adaletsiz düzenin bir sonucudur. İşçileri yoksullaştırarak, ücretleri baskı altına alarak, üretenlerden çalarak şirketleri büyütmeye çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Fakiri daha fakir yaparak zengini daha zengin etmeye yeminli sermaye uşağı devletlerin bilinçli politikalarının sonucudur.

Vergi, ekonomik/sınıfsal güç ilişkilerinin reel bir yansımasıdır. Bu bakımdan vergi, insanlık tarihinin en eski toplumsal/ekonomik kurumlarındandır. İnsan topluluklarının az-çok düzenli bir ekonomik artık oluşturmaya başladıkları dönemlerden, esas olarak Tarım Devriminden itibaren, vergiye benzer “zorunlu/gönüllü bağış” düzenekleri kurulmaya başlamıştır. Dolayısıyla verginin ortaya çıkışı devletli toplumların bile öncesine gider.

Kuşkusuz devletin ortaya çıkmasıyla birlikte, ekonomik artığı (artık-emeği/ artık-ürünü) sağma düzenekleri sistematik/ kurumsal bir yapı kazanmaya başlayacaktır. Üretim tarzları karmaşıklaştıkça, tarım temelli toplumdan sanayi temelli toplumlara geçtikçe ona denk düşen devlet yapıları da karmaşıklaşacak ve artık sağma düzenekleri de hem çeşitlenecek hem de “mükemmelleşecektir.”

Verginin yükünü çekenler, üretim tarzlarının bütünü için, emekçi/ üretici sınıflardır. Ancak feodal toplumlardan kapitalist topluma geçişle birlikte vergi karşısında görünürde hukuki eşitlik sağlanacaktır. Bilindiği gibi feodal toplumlarda sömürü ilişkilerini gizleyecek dolaylı düzeneklere ihtiyaç duyulmaz. Batı Avrupa’nın feodal ilişkilerinde, “savaşanlar, dua edenler ve vergi ödeyicisi üreticiler” üçlü ayrımı yeterince öğreticidir. Laik ve ruhban soylular, sınıfsal konumları itibarıyla vergisel ayrıcalıklara tabidirler. Kapitalist toplumda hukuksal düzlemdeki eşitlik tanımı, ekonomik düzlemde karşılığını bulmayacak, sömürü ilişkileri -nitel olarak değilse bile- nicel olarak katmerlenecektir. Böylece, feodal toplumdaki “hukuksal eşitsizlik” ile “ekonomik/ vergisel eşitsizlikler arasındaki uyum, kapitalist toplumda “hukuksal eşitlik” sağlanmasıyla biçim değiştirmiş olacaktır. Şunu belirtelim ki hukuksal eşitlik konusu başka bir tartışma konusu olduğu için şimdilik bu konuya değinilmeyecektir.

Kapitalist üretim tarzında ve bugünkü nihai aşamasında vergi sağma düzenekleri kuşkusuz en gelişkin aşamaya getirilmiştir. Ancak olgun kapitalist ekonomiler ile yarı sömürge ve de yarı feodal-yarı sömürge ekonomiler arasında, ücretli kesimlerin en ağırlıklı vergi yükü taşıyıcısı olması bakımından pek fark yoktur. Tabii şu fark ihmal edilemez: Gelişmiş kapitalist ülkelerde ücretli kesimlerin toplam istihdam ve milli gelir içindeki payı gelişmemişlere kıyasla daha yüksek, üstelik emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyi de daha yüksek olduğundan, ücretliler üzerindeki vergi baskısı da görece daha hafiftir. Çevre ülkelerinde egemen sermaye güçleri vergileme alanında kendi çıkarlarını gerek yasama sürecinde gerekse hukuk-dışı alanlarda (kayıt dışılık, vergi kaçırma) daha fazla koruyabilmektedir.

AKP hükümeti her yıl bütçe oluşturulduğunda milliyetçi söylemlerle vergi yükünü işçilerin, emekçilerin üzerine yıkmaktadır. Her kapitalist devletin bir yıllık bütçesi vardır ve bu bütçenin en büyük gelir kaynağı işçi-emekçilerden toplanan vergilerdir. Her burjuva-feodal devlet vergi toplarken bu vergilerin toplumun, kamunun ihtiyaçları için toplandığını iddia eder. Vergi adaleti tüm dünyada burjuvazinin ortak söylemidir. Ancak gerçek hiç de burjuvazinin dediği gibi değildir. Sermaye bir taraftan işçi sınıfının artı-değerine el koyarak onu yoksulluğa mahkûm ederken diğer taraftan vergi yükünü de işçi-emekçi kesimin üzerine yıkar.

Ne yazık ki bu gerçeklik ideolojik bombardıman altında olan işçi sınıfı tarafından kolayına anlaşılmaz. Özellikle milliyetçilik bu noktada emekçilerin gözünü bağlar. Burjuvalar astronomik paralar kazanmalarına rağmen ödedikleri vergiler devede kulak kalır. İşçiler ise tüm yoksulluklarına rağmen vergi yükünün önemlice bir kısmını sırtlarlar. Özellikle emekçilerin daha az örgütlü olduğu ülkelerde bütçe meselesi işçi sınıfının gündemine pek girmez. Oysa bütçeler devletin sınıfsal meşrebini ortaya koymaları ve kaynakların burjuvazinin çıkarları doğrultusunda nasıl ve ne şekilde kullanıldığını göstermeleri bakımından önemlidir ve bu konu işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir.

Mecliste burjuva politikacılar verginin kutsal olduğu, ülkesini en çok sevenin en çok vergi veren olduğu mavalını bol bol okuyup dururlar. Göz boyamak içinse vergi rekortmenleri diye bir de liste yayımlarlar. Böylece asıl verginin milyonlarca emekçiden toplandığı gözlerden saklanarak en çok vergiyi büyük iş insanları ödüyor imajı yaratılır. Dünyanın neresinde olursa olsun burjuvazinin vergi politikası aynıdır. Yasalar tamamen sermayeden yanadır ve sermayenin en az vergi ödeyeceği şekilde düzenlenmiştir. Oysa işçinin vergisi daha ücreti eline geçmeden bordrosundan kesilmektedir. Sermaye ise vergi ödememek için yasal boşlukları kullanmakla birlikte burjuva-feodal devlet tarafından tanınan teşvik ve indirimlerden de yararlanarak bazı zamanlarda neredeyse hiç vergi ödemez. Örneğin bir okul veya herhangi bir sosyal alan için kullanılacak bir tesis inşa edenler burjuva topluma “hayırseverler” olarak sunulur. Oysa “hayırsever” sermayedar, ağa ya da bey yaptırdığı okul ya da sosyal herhangi bir tesisi vergi indiriminde kullanır ve vergi ödemez. Türkiye’nin en büyük bankalarının veya sermaye kuruluşlarının elde ettikleri cirolar milyarları bulurken ödedikleri vergiler komik tutardadır. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre 2023 yılında gelir, kazanç ve mülkiyet üzerinden alınan 1 trilyon 554 milyar TL’lik doğrudan (dolaysız) vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 34,54 seviyesinde gerçekleşti. 2022 yılında bu oran yüzde 37,84’tü. Aynı dönem içerisinde dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payı ise yüzde 61,84’ten yüzde 65,24’e yükseldi. Vergi gelirlerinin yüzde 0,22’si ise başka yerde sınıflandırılmayan diğer vergilerden oluştu. 2023 toplam vergi gelirleri içinde yüzde 15,22 oranında yer tutuyor. 2023 yılında dolaylı gelirlerin içerisinde en yüksek payı KDV ve ÖTV aldı. 2023 yılında 1 trilyon 454 milyar TL’ye ulaşan toplam KDV gelirleri, dolaylı vergilerin yüzde 49,55’ini oluştururken 4,5 trilyon TL’lik toplam vergi gelirlerinin ise yüzde 32,33’lük kısmını tek başına karşıladı. Bunun yanı sıra 928 milyar 195 milyon TL’lik ÖTV geliri, dolaylı vergilerin yüzde 31,62’sini, toplam vergilerin ise yüzde 20,62’sini oluşturdu. Gümrük vergileri ise 142 milyar 317 milyon TL ile toplam vergi gelirleri içinden yüzde 3,16 pay aldı.

Getirilen teşvikler, indirimler ve vergi sistemindeki adaletsizlik burjuvaziye yetmemiştir. Çünkü kâr hırsı burjuvazinin gözünü kör etmiştir. Belgeler kapitalist dünya sisteminin gerçekten de nasıl bir gözü dönmüşlük içinde olduğunu gösteriyor. Dünyada sekiz kişinin sahip olduğu mal varlığı dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sinin sahip olduğu toplam varlığa eşit. 850 milyona yakın insanın açlık çektiği, 3 milyardan fazla insanın ise günde 2 dolardan daha az bir gelirle yoksulluğa mahkûm edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Son 25-30 yılda işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik çok ciddi saldırılar söz konusu. Uzayan iş saatleri, düşük ücretler, iş cinayetleri dünya genelinde işçi sınıfının normali haline gelmiş durumda. Bir de bunlara emperyalist ve haksız savaşlar yüzünden katledilen, yerlerinden yurtlarından göç ettirilen göçmen emekçiler dramının eklenmesi tablonun dayanılmazlığını ortaya koyuyor.

Bu çelişkileri görünmez hale getiren en büyük etken işçi-emekçilerin örgütsüzlüğüdür. Bir dönem gündemimizi yoğun bir şekilde işgal etmiş olan Panama, Paradise Papers belgelerinde ortaya çıkan gerçekler normal şartlarda bir hükümetin istifasını gerektiren ciddi bir skandaldı. Vergiden kaçmanın en bilindik ve en yoğun biçimi olan bu yol açıkça deşifre edildikten sonra olayı ifşa edenler ağır bir biçimde tecrit edildiler. Skandal, magazinel bir skandal olmaktan öteye taşınmadı. Bir taraftan işçi sınıfının örgütsüzlüğü diğer taraftan totaliter rejimin toplum üzerinde kurduğu baskı sayesinde egemenler o koltuklarda oturmaya devam ettiler. İşsizliğin kayıt dışı ve mevsimlik etki alanı hesaplandığında 7 milyona dayandığı, enflasyonun tekrar üç haneli rakamlara çıktığı, asgari ücretin açlık sınırının yanı başında olduğu -ki daha önceki yıllara bakarak 2024 dolmadan açlık sınırının altında kalacağı çok aşikâr- bu durumda bile vergi yükü emekçilerin sırtındadır. Asgari ücretten kesilen gelir vergisinin kaldırılmasının sözü bile edilmezken oranlar yükseltilerek emekçiler daha fazla sömürülmektedir. Üstelik yeni vergiler “ülkenin geleceği ve kritik dönemi aşma ve 2028’de düze çıkma” söylemiyle emekçinin sırtına bindirilirken AKP egemenleri ve genel olarak burjuvazi çatır çatır vergi kaçırmaktadır. Milliyetçi söylemlere kanan işçi, emekçi, esnaf elindeki üç beş dövizi bozdurup ülke ekonomisini ayakta tutacağını sanırken vatan millet edebiyatı yapan egemenler milyar dolarları vergi cennetlerine götürüp, kârlarına kâr katmaktadırlar.

Birçok bölgede yoğunluğu farklı olsa da emperyalist savaşların kızıştığı bir dönemde kapitalistlerin askeri harcamaları da çığ gibi büyüyor. Ülke bütçelerinde “savunma” harcamaları önemli bir yer tutuyor. Eğitime, sağlığa, sosyal harcamalara sıra geldiğinde kaynak bulunamazken iş silaha gelince vergiler kaynak olup yağıyor. İşçi sınıfı bir taraftan acımasızca artı-değer sömürüsüne tabi tutulurken bir taraftan da ödediği vergilerle ona savaşın finansörlüğü yaptırılıyor.

Maalesef milliyetçilik bu noktada da köreltici rolünü oynuyor. Hatırlanacak olursa döneminde Donald Trump’ın seçimi kazanmasında en önemli faktör ırkçı-milliyetçi söylemleriydi. Trump’a göre göçmenler, yabancılar Amerikan kaynaklarını tüketiyor, vergi vermiyordu. Göçmenleri Amerikan kaynaklarını tüketmekle suçlayan Donald Trump’ın bizzat kendisi vergi kaçırıyor. Üstelik bu durum sadece Trump’la sınırlı değil, bizzat dünya siyasetine yön veren Putin, İngiltere kraliçesi, Kanada ve birçok ülke yöneticisi de belgelerde vergi kaçıranların arasında yer alıyor.

Gelinen noktada çelişkiler fazlasıyla derinleşmiş durumdadır. Diyalektiğin gereği olarak her şey karşıtı ile vardır. Egemenlerin yolsuzlukları vb. madalyonun bir yönüdür. Madalyonun diğer yönünde ise kitlelerin derinden derine biriken ve bir volkan gibi patlamayı bekleyen öfkesi yatmaktadır. Burjuva-feodal sınıf milliyetçi politikaları yükselterek, elindeki medya aracıyla manipülasyonlar yaparak, en cılız muhalif sesi boğmaya çalışarak, ya bendensin ya düşmansın çizgisine getirilen muhalif ötekileri sindirerek gerçekleri, çelişkileri bir yere kadar gizleyebilmektedir. Bir noktadan sonra buna kudreti yetmeyecektir. İşçi-emekçilerin patlayan isyanları devrimci bir önderlikle bütünleştiğinde burjuva-feodal düzenin şansı kalmayacaktır. İşçiler ve emekçiler tüm katmanlarıyla bozkırı tutuşturacak kıvılcımın çıkmasına vesile olacaktır.