Tarih, Antik Medeniyetlerin Teknolojisini Saklı mı Tutuyor?

[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Yazıyı dinle “]

Tarih öncesi medeniyetlerin teknolojik olarak ileri bir seviye yakaladığı ancak bu teknolojik gelişimin bilinmeyen sebeplerle ortadan kalktığına dair teorileri hepimiz duymuşuzdur. Batık veya kayıp kıta Atlantis, Latin Amerika’nın antik medeniyetleri, Mısır piramitlerinde bulunan çeşitli bulgular gibi birçok ilgi çekici argüman, bu hikâyelere temel olmaktadır. Zaman zaman burjuva medyada arkeolojik bulgulara dair yapılan haberler ile de bu teorilere olan ilgi diri tutulmaktadır.

İleri teknolojiden kastedilen şey özetle: birçok buluşun veya tabiat yasasının aslında bilinenden çok daha önce keşfedildiği ve bu keşifler ile ileri düzeyde bir medeniyetin inşa edildiğidir. Ancak bu iddianın sahipleri tarafından bu keşiflerin neden geleceğe aktarılamadığı, tarihi gidişatta nasıl bir kesinti olduğuna dair herhangi bir akılcı öngörü henüz yapılabilmiş değildir, yapılamamaktadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki bu teorilerin hiçbirinin bilimsel bir karşılığı yoktur. Yıllarca birçok olay ve bulgu bu teorilere delil gösterilmiş, ancak tümü bilimsel olarak anlaşılmış ve bu bulguların herhangi bir antik kökenli teknolojiye delil sayılamayacağını ortaya konmuştur. Ancak bu teoriler henüz bulgu halindeki nesnelerin bir biçimde belirlenmiş hikâye düzeyindeki teorilere dayanak oluşturacak şekilde yorumlanmasından ibarettir.

Bazen de “Dünya dışı yaşam” gibi farklı alanları konu alan teoriler ile harmanlanarak bu gelişmiş teknolojinin insanlığa Dünya dışından getirildiğine ya da insanlara öğretildiğine dair iddialar ortaya atmaktadır.

Arkeolojik bulgulardan bazıları, insanlığın uzun süre üzerinde düşündüğü ve çözüme ulaştırmak için ciddi uğraşlar verdiği karmaşık özelliklerde olabilmektedir. Yani arkeolojik kazılarda her zaman karşımıza çıkan, maksadı bilinen bir şarap sunağı veya ibrik olmayabiliyor. Bu sebeple de daha ciddi ve dönemine uygun teoriler inşa edilmesi için zaman gerekebiliyor. Tam olarak böylesi buluşlar komplo teorilerine dayanak olmakta ve bu alanlarda da bilimsel çalışmalar suistimal edilebilmektedir. Çünkü yeterince ikna edici olmayan ön açıklamalar ve açık kalan kapılar, sözde bilimler tarafından ustalıkla dolduruluyor. Zaman zaman belli konularda toplumda sözde bilimlerin, bilimin kendisinden daha fazla ilgi gördüğü ve takipçiye ulaştığı da bilinen bir gerçek. Tarih öncesi medeniyetlerin ileri teknoloji kullandıklarına dair oluşturulan teoriler de birer sözde bilimden ibarettir. Nedenlerini ise örnekler ile açıklamak gerekecektir.

KAYIP KITA ATLANTİS NE ZAMAN BULUNACAK?

Kaynağını Platon’un kimi yazılarından alan kayıp kıta Atlantis, bugün itibari ile antik medeniyetlerin ileri teknoloji kullandığı teorilerinde çokça konu edilmektedir. Platon kimi eserlerinde Yunanlılar ile savaşan gelişmiş bir uygarlıktan bahsetmektedir. O bu medeniyeti Atlantisliler olarak tarif etmektedir. Atlantis, kimilerine göre Ege veya Akdeniz’e, kimilerine göre ise Atlas Okyanusu’nun derinliklerine gömülmüştür. Platon’un tarifine göre yarı insan, yarı tanrı olan Atlantisliler oldukça gelişkin bir uygarlıktı. Kıta zengin ve ihtişamlı, birbirine bağlı birçok adadan oluşuyordu. Ancak günün birinde bilinmeyen bir felaket sonucu denizlerin derinliklerine gömüldü.

Platon bu iddiayı M.Ö. 300’lü yıllarda ortaya attı. Ancak bu hikâyenin cazibesi halen birçok insanı cezbediyor. Yaklaşık 9 bin yıl öncesinde yok olduğu söylenen bu kıtaya dair hiçbir bulgu bulunamamıştır.

Aslında jeolojik olarak karaların ve kıtaların nasıl bir tarihsel dönüşüm süreci geçirdiğini bilmekteyiz. İnsanların var oluşundan milyonlarca yıl öncesinde gerçekleşen kıta hareketlerini bilmek mümkün olmakla birlikte aynı zamanda bir kayıp yapboz parçasına da rastlanamamaktadır. Örneğin bugünkü karaların yapısından yola çıkarak bir zamanlar tüm kıtaların tek bir süper kıta yani Pangea’nın parçalanması ile ortaya çıktığını biliyoruz, Pangea’nın izlerini milyonlarca yıl sonra hâlâ daha takip edebiliyoruz. Ya da karasal bir alanın geçmişte hangi süreçte ne kadar sular altında kaldığına dair bilimsel teoriler oluşturabiliyoruz. Çünkü her doğal olay, arkasında bir iz bırakmaktadır. Biz de bu izleri takip ederek geçmişe ışık tutabilmekteyiz. Bir kaya parçasının geçirdiği evrim, aldığı olası biçimler ve hareket halindeki yer katmanı ile geldiği olası yerler, günümüzde rahatlıkla çözümlenebilmektedir. Radyometrik tarihleme ile elementlerin içerisindeki özel izotoplar olan ve kararsız yapıdaki nüklitlerin bozulma oranları takip edilerek Dünya’nın kendisi de dahil olmak üzere tüm kayaçların yaşı da ortaya çıkarılabilmektedir. Büyük yok oluşlara yol açan meteor çarpmalarının izleri bile görülmektedir. Ayrıca bilgi ve bilimin bu denli geliştiği bir evrede koskoca bir kıtanın hiçbir iz bırakmadan kaybolmuş olması, yalnızca masallara konu olacak cinsten bir efsanedir. Herhangi bir okyanus veya denizin dibinde böyle bir iz veya kalıntı mevcut değildir. Bu süreçte kullanılmış herhangi bir ileri teknolojiden de herhangi bir iz yoktur. İlk insansı primatların bile yaşamlarına dair izler Dünya’nın birçok yerinde mevcutken bu derece gelişmiş bir uygarlığın iz bırakmadan yok olması mümkün değildir. Platon’un idealist felsefesi göz önüne alındığında, Atlantis’in Platon tarafından alegorik olarak “ideal medeniyet” tasviri için ortaya atıldığı birçok kesim tarafından dile getirilmektedir. Platon’un böylesi bir tasavvuru, içinde bulunduğu dönem için ne kadar normalse bilimin çeşitlenerek gelişkinlik gösterdiği bu dönem için böylesi bir tasavvura teorik kılıf aramak ise bir o kadar anormal bir durumdur. Ancak hiçbir bilimsel temel ve kanıt olmamasına rağmen bu teori hâlâ savunulmaktadır.

DÜNYA DIŞI YAŞAM FORMLARININ ZİYARETİ MÜMKÜN MÜDÜR?

Hayali Atlantis topluluğunun teknolojik ileriliğine dair yapılan atıflar, bu teknolojinin Dünya dışı canlılardan gelmiş olabileceğini iddia etmektedir. Son 100 yıldır, uzaylı ziyaretlerine dair birçok iddia mevcutken bu teorinin doğru olma olasılığı var mıdır?

Bu olasılığın en net ifadesi bilimsel olarak Fermi Paradoksu ile yapılmaktadır. Özetle bu paradoks; evrenin genişliği göz önüne alındığında canlılığa gerekli elverişli koşul ve malzeme çok büyük bir alanda mevcut iken Dünya dışı gelişmiş yaşama dair en ufak bir izin dahi olmaması arasındaki çelişkiyi ifade eder. Fizikçi Enrico Fermi bu durumu, “Eğer Samanyolu Galaksisi’nde de dahil olmak üzere birçok ileri ve gelişmiş canlılık mevcutsa neden bunlara dair herhangi bir ize rastlamıyoruz?” şeklinde bir soru ile tanımlamaya çalışmıştır. Ayrıca sonrasında Michael Hart da eğer gelişmiş yaşam mevcut ise en azından radyo sinyallerinin tespit edilebileceğini, ancak böyle bir duruma da rastlanmadığını belirterek paradoksu derinleştirmiştir.

Evrendeki devasa mesafeler göz önüne alındığında bizim malzememizin de evrende bir arada birçok yerde mevcut olduğunu düşündüğümüzde, canlılığın oluşabilmesi ihtimali çok yüksektir. Canlılığın temel taşlarından amino asitlerin, nükleotit ve nükleozitlerin oluşumu, sınırlı koşullarda olağandır. Aminoasitlerin peptit bağları ile polimer zincirler halinde protein oluşturması veya nükleotit polimerlerin DNA oluşturması veya diğer karmaşık yapılı canlılığı oluşturabilecek yapılara dönüşmesi ise olasılık aralığını azaltmaktadır ancak yine de kayda değerdir. Evrenin herhangi bir yerinde bir tek hücrelinin var olması şaşırtıcı bir gelişme olmayacaktır, bu oldukça yüksek ihtimaldir. Ancak Dünya dışı yaşamdan kastımız bir başka gezegende Dünya’dan bağımsız bir insan oluşmuş olması ise bu ihtimali oldukça düşük seviyelere belki de trilyonda birlik bir ihtimal dilimine düşürmüş olacağız. Çünkü, bir tek hücrelinin evriminin ne yönde ilerleyeceği, hangi dış koşullar altında ne gibi ihtiyaçlar ile evrimleşeceğini kestirmek fazlasıyla güçtür. Dünya’da birkaç milyar yıllık canlılık serüveninin son 200 bin yılında ancak modern insanın ancak evrimleşebildiğini ve evrimin niçin bu yöne döndüğünü incelediğimizde bu sürecin oldukça hassas ihtimalli ve özgün koşulların sonucu olduğunu görmekteyiz. Daha ileri uygarlıkların olma ihtimali nedir diye sorarsak olasılık değerlerini daha fazla düşürmekteyiz; çünkü evrenin yaşı bilinmektedir. Bu süre içerisinde yıldızların ve galaksilerin oluşumu, ortaya çıkan yıldızların canlılığa temel oluşturabilecek malzemeyi üretme ve uzaya saçma süreleri, bu malzemenin bir araya gelmesi, bir araya gelen bu gök cisimlerinde tesadüfen canlılığın başlaması ve yok olmadan çeşitlenerek yüksek düzeyli uygarlık oluşturabilme ihtimali, hiçbir Dünya dışı yaşam izinin olmaması da göz önüne alındığında, ileri bir uygarlık ihtimalinin oldukça düşük olduğu görülmektedir.

Ayrıca var olsalar dahi en yakın yıldızın veya karadeliğin yörüngesindeki gezegenlerden birinden Dünya’ya ulaşmaları, eğer bizimkine benzer bir teknolojiye sahiplerse birkaç on bin yılı bulacaktır. Daha uzak yıldız sistemlerinden ise Dünya’ya ulaşmak, ışık hızına çok yakın hareket edilse dahi milyonlarca hatta milyarlarca yıl sürebilir. Aynı şekilde bilginin ulaşması için de bu kural geçerlidir. Çünkü evrensel hız sınırı ışık hızı ile sınırlıdır. Dolayısıyla, bugün bizim gönderdiğimiz bir bilgi veya ışığın, evrenin ücra köşelerine kadar ulaşması milyarlarca yıl alacaktır. Evrenin genişlediğini de bilmekteyiz, bu demektir ki bazı yerlere gönderdiğimiz bilgi evrendeki bazı noktalara belki de hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Bilgi veya ışık için dahi ihtimaller bu kadar sınırlı iken direkt olarak ileri uygarlıklar ile temas etme fikri oldukça uzak bir ihtimaldir. Dünya’ya gelip de insan eline geçecek herhangi bir uygarlığın ise insan tasvirinden pek de farklı bir tasvir olmadığını, bu düzeyde bir uygarlığın Dünya’ya ulaşmasının bizim Proxima Centauri’ye ulaşmamız gibi bir karşılığı olacağı, bunun ise on binlerce yıl sürebileceğini belirtmek gerekir. Solucan delikleri gibi evrenin dokusunda oluşturulabileceği en azından teorik olarak mümkün olan kanallara ise henüz rastlanabilmiş değildir. Rastlansa dahi bu kanallardan seyahat etme sorunu bir başka sorundur. “Egzotik madde” gibi yine ispatlanamamış başka unsurlar gerektirmektedir. Dünya’dan aya gönderilen uzay araçlarının bile karşılaştığı zorluklar göz önüne alındığında insana benzer uygarlık düzeyindeki herhangi bir uzay canlısının Dünya’ya erişmesi de en optimist yorum ile oldukça zorlu olacaktır. Kaldı ki uzayın derinliklerini yıllardır izlemekteyiz. Ne bir iz ne bir frekans ne de bir etki gözlemlemekteyiz. Dolayısıyla ileri düzeyde bir uygarlığın mevcut olmasını varsaymak için bile herhangi bir gerekçemiz yokken Dünya’yı ziyaret edebildiklerini iddia etmek gülünç olacaktır.

BAĞDAT PİLİ, MISIR PİRAMİTLERİ, ASTRONOT ÇİZİMLERİ…

Pil, kimyasal enerji formunun saklı tutulması, depolanması ve elektrik enerjisine dönüştürülmesi prensibine dayanır. Kimyasal ve ısıl enerji gibi çeşitli enerji formlarının da saklanması veya depolanması mümkündür. Elektrik enerjisi 1700’lü yıllarda keşfedilmiş, pil ise çok kısa bir süre sonra tesadüfen icat edilmiştir. Pilin ne olduğunun ve enerjinin depolanabilirliğinin fark edilebilmesi 1800 yılında olmuştur. Elektrik akımı elde edebilmenin yolunun iki farklı metal ve sıvı olduğunu Volta keşfetmiş, Galvani’nin kurbağa deneylerinden yola çıkarak ortaya attığı hayvansal enerji teorisini ortadan kaldırmıştır. Bununla da kalmamış, iki farklı metal olan bakır ve çinkoyu, aralarına tuzlu su içeren süngerler koyarak bir pile dönüştürmeyi başarmıştır. Bu dönemde enerji kavramı dahi kullanılmamaktadır. Enerji kavramının ilk kullanılışı pilin icadından yaklaşık iki yıl sonra olacaktır.

Pilin ortaya çıkışı tarihsel olarak bu şekildedir. Elbette, pilin yani enerjinin depolanabilir özelliğinin keşfedilmesinin ne gibi gelişmelere yol açtığını belirtmemize gerek yoktur. Günlük hayatımızda kullandığımız gereçlere şöyle bir göz atmamız dahi yeterli olacaktır. Ancak 1936 yılında Bağdat yakınlarında bir çömlek bulunmuş ve içeriği sebebi ile oldukça ilgi çekmiştir. Son araştırmalara göre, M.S. 200’lü yıllarda Sasaniler döneminden kalma olduğu düşünülen, kil bir çömlek içerisinde bakır bir silindir ve demir çubuktan oluşan bu kalıntı ilk etapta bir pili andırmaktadır. Bu oldukça ilginçtir çünkü, Volta’nın iki farklı metal ve sıvı prensibi, bu çömlek için kullanılabilmektedir. İçerisine sıvı eklendiği takdirde bu çömlek elektrik üretebilmektedir.

Yani Volta’dan 1600 yıl önce pil keşfedilmiş olabilir miydi?

Öncelikle bu şekilde bir yorum yapmak gerçekliği teori yönünde zorlamak olacaktır. Bunu bir buluş olarak adlandırmak için hele de pil olarak adlandırabilmek için, icat edenin icat ettiği şeyin farkında olması gerekirdi. Bu farkında oluş ise bu icadın kullanım alanlarının ve örneklerinin oluşmasını da beraberinde getirirdi. Çünkü bir icadın ortaya çıkması, özellikle de elektrik enerjisi ve depolanabilir özelliğinin keşfi, oldukça geniş kullanım alanları sunacaktı. Ancak tarihte ne böylesi bir kullanım alanına rastlanmış ne de bunun bir başka örneği görülmüştür.

Bu “buluş”la yani çömlekle ilgili en olası teori papirüs gibi el yazmalarını korumak için üretildiğidir. Yani bunu yapmış olan kişi veya kişiler, yaptıkları şeyin bizim bugün farkında olduğumuz özelliği hakkında hiçbir fikre sahip değillerdi. Hiçbir veri bunun bilinçli olarak elektrik üretmek için yapılmış bir nesne olduğuna dair fikir vermemektedir. Buna dair en ufak bir iz yoktur.

Bir şeyin net kullanım alanının bilinmiyor oluşu, sözde bilimler için bulunmaz bir fırsattır. Aynı durum Mısır piramitlerinde bulunan kimi hiyeroglif veya antik uygarlıkların kimi çalışmaları ve gök gözlemlerinden çıkardıkları sonuçlar için de geçerlidir. Bilim, her konuyu tüm yönleri ile her zaman aydınlatamayabilir ancak böyle durumlarda bilimsel yöntem gereği, gerçeklik ile en fazla temas edebilen teori kabul edilir. Bu sebeple Bağdat pilinin bir “pil” olduğuna da antik uygarlıkların evrenin gizemlerini çözdüklerine dair de en ufak bir bilimsel kanıt mevcut değildir.

“İKİ TEMEL EĞİLİM” ARASINDAKİ MÜCADELE DEVAM EDİYOR!

Belirttiğimiz gibi bilimde zaman zaman bazı kapıların açık kalması olasıdır. Her durumda tabiatın tüm hareketlerine, tüm yönleri ile hâkim olmak gibi determinist bir belirleme tabiat karşısında çalışmamaktadır. Açık kalan kapılardan ise sözde bilimler sızmalar yapmaktalar, tanım veya yorumlarda oluşan boşlukları doldurmaya çalışmaktalar. Ancak sözde bilimler bu açık sorulara gerçeğe uygun bir cevap verme eğiliminde değildir, aksine olguyu gerçeklikten olabildiğince koparmaya çalışırlar. Çünkü sözde bilimler gerçekten değil kafa karışıklığı ve mistisizmden beslenir. Bilimsel yöntemi değil, metafiziği takip eder. Dolayısı ile bilimden kalan boşluğu doldurmaları bir kenara bu boşlukların doldurulması çabasına da karşı gelişirler. Komplo teorilerine değil bilime, hayali dünyalara değil gerçek Dünya’mıza sarılmamız gerekmekte; gerici sınıfların beslediği sözde bilimler ile aynı zamanda dayandıkları dünya görüşü olan idealizmle mücadele etmemiz gerekmektedir. Peki bu mücadele nasıl olacaktır? Bu mücadelenin öncüleri, komünizmin ustaları, bu yolu açıklıkla tarif etmişlerdir. Burada Lenin’den bir alıntı yapmak yerinde olacaktır: “Marks ve Engels’in dehası; onların çok uzun bir dönem -hemen hemen yarım yüzyıl-boyunca kendilerini, materyalizmi geliştirmeye ve felsefenin temel bir eğilimini ilerletmeye vermiş olmaları ve bu işi yerinde saymadan, daha önce çözümlenmiş bilgi bilimsel sorunlar üzerinde artık oyalanmadan, tutarlı bir biçimde bu aynı materyalizmi; bütün saçmalıkları, martavalları, tumturaklı ve yüksekten atan zevzeklikleri, felsefede ‘yeni’ bir çizgi bulma, ‘yeni’ bir eğilim uydurma vb. gibi sayısız girişimleri acımasızca bir yana iterek toplumsal bilimler alanına uygulamış olmaları ve nasıl uygulanacağını göstermiş olmaları olgusunda yatar. Bu tür girişimlerin söz planındaki niteliği, yeni felsefi ‘izmler’ ile yapılan skolastik oyunlar, konunun yapmacıklı yollarla kösteklenmesi, iki temel bilgibilimsel akım arasındaki mücadeleyi kavramaktaki ve açık seçik ortaya koymaktaki yeteneksizlik. Marks ve Engels’in inatla peşini bırakmadıkları ve eylemleri boyunca mücadele ettikleri şeyler işte bunlardır.” (Materyalizm ve Ampiryokritisizm)

Uzaylı teorileri, tarihsel antik teknoloji gibi teoriler geçmişten beri uzay çalışmalarının büyük kısmı silahlanma ve egemen sınıfların çıkar çatışmasına hizmet eden emperyalistlerin, bu faaliyetlerinden dikkatleri uzaklaştırabilmek için kendileri tarafından bilinçli olarak ortaya atılmakta ve beslenmektedir. Dünya’mızı yok oluşa sürükleyen emperyalistler, komplo teorilerini kitlelere enjekte ederek kendi talancı gerçekliklerini gizlemenin telaşındadır. Dünya’mızdan başka yeni bir Dünya umutlarının, uzaydan gelecek kurtarıcılar gibi teorilerin hiçbir karşılığı bilimsel olarak yoktur. Bu demektir ki bu Dünya’yı, bildiğimiz tek evimizi savunmaktan başka bir çaremiz de yoktur. Onu büyük bir hızla yaşanmaz bir yere çevirmeye çalışan egemen gerici sınıflar alaşağı edilmez ise Dünya’mızın geleceği hızla yok edilmeye devam edecektir.

Geleceğimizin tek kurtuluşu, talancı gerici sistemin ortadan kaldırılmasıdır. Bilimin ürünlerinin halkın çıkarlarına hizmet edilecek şekilde kullanılmasıdır. Sınıf mücadelesine sarılmak, geleceği kurtarmanın tek anahtarıdır.