Zorbaların Dayatmalarına Boyun Eğmeyeceğiz

Seçim sürecine dair farklı, aykırı politikalara dikkat çekerek yaptığımız değerlendirmelerde devrimci hareketin bütünü bakımından ortak hareket etmenin koşullarının olgun olduğuna ve birlikte davranacağımız sorunların da çeşitliliğine değinmiştik. Seçimden hemen sonraki gelişmeler bu doğrultuda düşünmenin, hareket etmenin sürmesi gerektiğini doğrular niteliktedir. Kendi başına 31 Mart seçim sonuçları kitlelerin politik meselelerle nasıl ve ne derecede iç içe olduğunu göstermiştir. “Şaşırtıcı” bulunan sonuçların aslında bir önceki Cumhurbaşkanlığı ve vekil seçiminde aynı ölçekte olmasa da beklenen sonuçlar olduğu hatırlanmalı. Sistemden beklentileri olan, üzerindeki ağır yükü sistem içi güçler aracılığıyla hafifletmek isteyen kitleler güven vermeyen muhalefetin ittifakına karşı buna kıyasla güven veren iktidarın ittifakına oy vermeye yakın durdular. Kuşkusuz bunun kitlelerin örgütlü ve bilinçli tavrı olduğu söylenemez ve söylenmemeli. Kitlelerin bu tavrı egemenlerin yönlendirmesine tabidir. Seçimlerin bütün burjuva düzenlerde olduğu gibi Türkiye’de de belirlenmiş politikaların, yönetme biçimlerinin, amaçların ve araçların kitlelere onaylatılması demek olduğunu her defasında, tüm açıklığıyla söylemeliyiz. Seçim yoluyla sağlanan değişimler düzenin sürmesine hizmet edecek düzeydedir. Başka sonuçlar ummak “devletin niteliğini” unutmak olur. Burjuva devlet kendini kitlelere karşı da koruyan bir mekanizmaya sahiptir. Hatta sosyalist devlet açısından da benzer bir mekanizma (gene karşı devrimci sınıflarla ilişkili; ama özel bir işleve sahip olarak burada bürokratizm) söz konusu olabilmektedir. Komünist hareketin dayandığı bir ilke olarak “sönümlenen devlet” anlayışı bu mekanizmanın yok edilmesinin amaçlandığını içerir…

ÖFKE BÜYÜYOR İKNA ZORLAŞIYOR

Kitlelerde somutlaştığını söylediğimiz politik tavrı belirleyen unsurların temelinde iktidarda temsil olunan halka düşman politikalar var. Bunları halkın önemli bir çoğunluğu özellikle son dönemde derinden hissetmeye başladı ve “düzelme” yönünde hiçbir emare de görmedi. Aksine, “düzelme” değil ama geçiştirme düzeyinde, şimdiye kadarki kimi adımların benzerlerinin de bundan sonra atılamayacağı açıklandı. Emeklilerin yaşamsal düzeyde ihtiyaç duyduklarını eylemlerle ilan ettikleri zammın gerçekleşemeyeceği söylendi, asgari ücrette yılın ikinci yarısında bir artış olamayacağı da söylendi, bir önceki seçim sürecinde ilan edilen kimi vaatlerin de unutulmaya yüz tuttuğu anlaşıldı… Kitlelerin yönetilmesi bakımından işlerin kötüye gittiğinin farkında olan egemen sınıf klikleri Cumhurbaşkanlığı sisteminde ciddi bir değişime yol vermese de yerel yönetimlerde muhalefetin güçlenmesine yol vererek kitleleri düzene bağlamada ilerleme sağladı…

Seçimle iyice anlaşılır duruma gelen kitlelerdeki bu yönelim bundan sonra da güçlenerek devam edecektir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde kitlelerin iktidarda somutlaşacak biçimde düzene muhalefet edeceğini öngörmekte zorlanmıyoruz. Kitlelerin bu muhalefetine gene muhalif düzen partilerinin destek vereceği de rahatlıkla öngörülebilir. Bu desteğin esasta kitlelerin düzene karşı artan öfkesini dizginlemeye hizmet edeceğini de bu öngörülere eklemek gerek.

Mehmet Şimşek’in yönetimine bırakılan ekonomi yönetimi sözde enflasyonu durdurmak ve geriletmek hedefiyle başlattığı ekonomi programı yüksek faiz politikasıyla birlikte ezilenlerin sırtındaki yükü birden artırmış bulunuyor. Halkın emeğini emperyalizme peşkeş çekmekle yetinmeyen ekonomi yönetimi ülkeden dışarıya ciddi bir servet transferi de gerçekleştirmektedir. Uzun bir süre önce IMF ile artık ilişkilerini kestiklerini söyleyerek kitlelerin emperyalizme olan düşmanlığından siyasi olarak nemalanan iktidar temsilcilerinin aslında IMF politikalarına bağlı olduklarını son ABD ziyaretinde bir kez daha gördük. “Yerli halkın ikna edilmesi” temelinde borçların kusursuzca ödeneceği teminatının verilmesi ekonomi yönetiminde kimlerin gerçek söz sahibi olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Elbette burada esas konu gerçek söz sahibinin kimler olduğunun bir kez daha açığa çıkması değildir, burada esas konu “yerli halkın ikna edilmesi” sorunudur. Halkımızın ikna edileceği nokta da “borçların ödenmesi” değildir. Borç mutlaka ödenecektir, servet transferi mutlaka gerçekleşecektir. Borçlandırmaya dayalı ekonomi aynen sürdürülecektir. Sorun bu sürece kitlelerin vereceği tepkinin bir biçimde bastırılmasıdır. Ziyarette verilen güvence tam olarak budur. Bunun nasıl yerine getirileceğini de yakın zaman işçi eylemlerinde, daha köylülerin çevrenin ve topraklarının korunması için geliştirdikleri eylemlerde jandarma zorbalığında gördük. Daha önce örneğin İliç’te hiçbir yetkilinin yargı önüne dahi çıkarılmamasında da gördük. Kitleler her ne olursa olsun bastırılacak, sömürünün ve talanın aracıları mümkün olduğunca yargılanmayacak…

SAVAŞ TAMTAMLARI DERİNDEN GELİYOR

Ülkede koşullar emekçiler aleyhine ağırlaşırken bölgede de devletler arası gerginlik savaş tamtamları eşliğinde sürmekte. İsrail’in başrol üstlendiği bu senaryoda ilk defa İsrail İran’ın ve İran da İsrail’in topraklarına saldırılar gerçekleştirdiler. Bu saldırıların sürekli bir planlama dahilinde, diplomatik görüşmeler bağlamında gerçekleşmiş olması, belli bir sınırı aşmamak üzere koordine edilmesi başta ABD olmak üzere Batılı emperyalizmin stratejik bir oyun oynadığı yorumlarına neden oldu. Öyle ki Aksa Tufanı hakkında gene o komplo teorisi gündeme getirildi. Kapsamlı sonuçlar üreten bu saldırının İsrail merkezli bir planın parçası olduğu konuşuldu. Bu yolla halklara bölgedeki savaş olasılığı hakkındaki gerçek bilgiler manipüle edilmektedir. Halkların İsrail’in, hatta özel olarak Netanyahu’nun savaşa götüren çok özel çıkarlarına odaklanmaları sağlanmaktadır. Böylelikle olasılığı çok güçlü savaş karşıtlığının da bu özel çıkarlara indirgenmesi amaçlanmaktadır. Bu içerikteki savaş karşıtlığının milliyetçilikle ve yobazlık içeren dincilikle malul olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Komünistler hiç kuşkusuz savaş gibi meselelerin gerçek kaynağının “özel” çıkarlar olmadığını bilirler ve İsrail’in de genel emperyalist sistemin etkin bir parçası olmaktan ibaret olduğunu ihmal etmezler. Dolayısıyla Orta Doğu’da başrolünü İsrail’in oynadığı savaş tamtamları eşliğindeki derin gerginliğin sebebinin emperyalizmin bölgeye yönelik politikaları olduğunun altını çizmek gerekir. Elbette hem İsrail’de hem de özel olarak Netanyahu’da gözlemlenebilir “savaş kışkırtıcılığı”na sebepler bulunabilir, hatta vardır. Ne var ki bu sebeplerin etkinliği uygun koşulların varlığına bağlıdır. İsrail de özel olarak Netanyahu da belli sınıfların, güçlerin çıkarları tarafından belirlenen öznelerdir. Bunlarda somutlaşan her “özel” çıkar nihayetinde bu sınıfların ve güçlerin belirlediği koşullarla ilgili olacaktır. Orta Doğu’da suların sıcak tutulmasının sebeplerine yoğunlaşmak, emperyalistler arası çelişkilerin bu bölgedeki etkilerine ve sonuçlarına odaklanmak söz ettiğimiz koşulları anlaşılmasında ilk adım olacaktır. Bu noktada dikkat çekeceğimiz iki olgu var: Bunlardan biri ABD’de Çin’i birincil tehdit güç gören anlayışın bir süredir gerilemiş olmasıdır. Bu anlayışın rafa kalktığını düşünmek için bir sebep yok elbette. Bununla birlikte Pasifik’teki “çok ciddi” görünen hamlelerin (Tayvan’a bağımsız devlet yakıştırması içeren ziyaretler, silah yardımı ve Çin’in bunları savaşa sebep tehditler olarak algılayıp geliştirdiği önleyici politikalar) devamı gelmedi, bu süreç askıya alındı. Bir diğeri Akdeniz’de yoğunlaşan doğal gaz paylaşımı ve geçiş hatları üzerindeki hâkimiyet probleminin çözüme kavuşamaması, kesinleşmiş bir anlaşmaya ulaşamamasıdır. Bu iki olgu da Orta Doğu’daki şiddetlenen gerilimin arka planı hakkında izini sürebileceğimiz olgulardır. İran’ın saldırılarında Rus silahlarının ve teknolojisinin de kullanılmış olabileceğine dair Rusya’ya verilen mesajlar, Rusya’nın yakın zamanda yeni geliştirilmiş yüksek teknolojili bir füze gösterisi yapması da bu arka planda işlerin aynı minval üzerinde yürümekte olduğunu göstermektedir. Üstelik Ukrayna’daki gelişmeler de Rusya’nın “bir adım” dahi gerilemediğini, aksine tüm tehditlere ve kapsamlı kuşatmaya yanıtlar verebildiğini göstermektedir. Elbette Ukrayna’da Rusya’nın ciddi kayıpları söz konusudur ve bir bataklıktan söz etmek yanlış değildir. Fakat bunların işgal halinde kaçınılmaz sonuçlar olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Özetle Orta Doğu’daki savaş tamtamlarının gerisinde başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı emperyalistlerin çok kapsamlı derinleşen ekonomik krizinin yarattığı koşullar vardır. Önümüzdeki dönemde devam edeceği çok açık olan Orta Doğu geriliminden çıkacak olası savaşlarda karşıtlığı bu koşullara yöneltmek, halkların milliyetçilik ya da dincilikle malul tepkilerine buradan hareketle açıklık getirmek görevlerimiz arasında olmalıdır. Milliyetçiliğe veya dinciliğe bulanmış savaş karşıtlığında sınırlı bir demokratik tutum olduğunu reddetmediğimizi de hatırlatarak bunun bugünden başlamış bir görev olduğunu da unutmamalıyız. Genel olarak dünyada, özel olarak Orta Doğu’da yaşananları izlemek ve değerlendirmek bu nedenle zorunlu bir devrimci görev olarak ihmal edilmemelidir.

SAVAŞA KARŞIN KİTLELERİN ÖZGÜRLÜĞÜ

Bir dünya savaşı olasılığının tartışılmakta olduğunu söylerken dikkat çektiğimiz zeminin Orta Doğu’dan ibaret olmadığını özellikle belirtelim. Vurguladığımız gibi bu emperyalizmin içinde bunalmaya başladığı ekonomik krizin bir ürünüdür ve bir süre önce kimi Avrupa devletlerinin Rusya’yı hedef göstererek gündemleştirdikleri tartışmanın odağında bir dünya savaşı vardı! Bunu “özel olarak izlemeli ve tartışmalıyız” dediğimizde sorunun Ukrayna ile sınırlı bir gerilim olmadığını zaten biliyorduk. Ayrıca Ukrayna’nın işgalinin gene kriz koşullarının bir parçası veya ürünü olduğuna en başından beri dikkat çektiğimizi hatırlamalıyız. Sürecin derin bir kaos içerdiğini ve “belirlenmiş”, aksamadan ilerleyen planların inşası olarak genişlemediğini bilmek gerekir. Kapitalist dünyanın kaotik yapısı onun efendilerinin de ayağına budaklı dallar sarar ve onları yuvarlar. Elbette bu süreç devrimci özneler tarafından, özellikle de proletaryanın çıkarlarını örgütleyen güçler tarafından yönetilmedikçe süreklileşen gerilemelerle devam eder. Oysa insanlığın özgürlük yürüyüşünde ileriye hamle zorunludur. Zorunlulukların ancak kavrandıkları halde çözüme kavuşabileceğini ise Hegel Mantığı’ndan itibaren “kesin” olarak biliyoruz. Dünya savaşı riski kapitalizmin dinamiklerinden üreyen gerçek bir risktir. Ukrayna odaklı olarak Rusya karşıtlığında birleşen kimi Avrupa devletleriyle ABD, İngiltere, Kanada gibi emperyalist devletlerin kendi aralarındaki saflaşmanın tamamlandığını düşünmek yanlıştır. Devletler arası çelişkilerin çok yönlü hareketler içerdiğini bir yakın zaman incelemesinden de anlayabiliriz. Merkel döneminde Almanya’nın Rusya ile daha sürdürülebilir bir ilişki geliştirdiğini; ama ondan sonraki dönemde bunun devam etmediğini gördük. Almanya’nın iç kaosu bu yolda yürümesini engelledi. Bugün ABD politikalarına angaje hareket eden bir Almanya yönetimi söz konusu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından kısa bir süre sonra başta Almanya olmak üzere Batılı emperyalistlerin Balkanları yağmalaya hazır hale getirmek üzere estirdiği savaş rüzgârının sonuçları da bizi aynı sonuca götürür. O dönemde kışkırtıcı güç Almanya’ydı. Milliyetçiliğe boğulan Balkanlar’daki karmaşayı yönetemediğinde sürece ABD dahil olmuş ve planlar yeniden yapılmak zorunda kalınmıştı.

Emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin çok yönlü sonuçlar içermesi önümüzdeki dönemin öngörülemez olaylara gebe olduğuna işaret eder. Özellikle bu, emperyalistlerden hiçbir olumlu beklentiye yer olmadığına işaret eder. Kurulu anlaşmalar, savunulan medeni değerler, halihazırda “saygınlığı olan” tüm statüler aynı şekilde güvenilir hesaplar için güvence değildir. Orta Doğu’nun karakteri olarak tespit edilen “belirsizlik” kriz koşullarında tüm burjuva devletleri için de geçerlidir. Bu bakımdan Trump ve Milei gibi isimlerin varlığı da sürecin simgesi olarak yorumlanabilir!

Emperyalizmin tüm iş birlikçileriyle dünya halklarına saldırmakta olduğu gerçeği bütün sürecin bir tarafıdır. Sürecin esas tarafını ise halkların özgürlüğe yönelimi oluşturur. Orta Doğu’da bir avuç iş birlikçi hariç bütün Filistin ulusu, gene iş birlikçi yönetim haricinde İran ulusu bu yönelimdeki halkları temsil ederler. Bunun bir yönelim olduğu gerçeğine dikkat çekmeliyiz. İsrail’in saldırılarına, emperyalizmin dayatmalarına karşı iki ulus da esas olarak ayaktadır. Aynı zamanda kendi iş birlikçi yönetimlerine karşı da birçok kez bu yönelimde olduklarını göstermişlerdir. Halkların bugün için kendi çıkarlarıyla uyumlu yönetimler oluşturamamış olmalarından hareketle karamsarlık içinde olanlar meselenin nihayet güç sorunu olduğunu ihmal ediyorlar. Başkan Mao “ordusu olmayan bir halkın hiçbir şeyi yoktur” dediğinde tam da özgürlüğün bir güç sorunu olduğuna dikkat çekmiş oluyordu. Genellikle bir yönelime sahip olmak doğaldır, kendiliğindendir. Çünkü yönelimler esas olarak ihtiyaçtan, dolayısıyla maddi koşullardan doğalar. Yönelimi gerçeğe dönüştürmek ise güç talep eder. Sınıflar arası mücadelede bu güç silahlı kuvvetlerde somutlaşmaktadır. Çünkü tüm iktidarlar silahlı kuvvetlerle korunmaktadır. Günümüzdeki hemen tüm orduların esas görevlerinden biri kendi halklarına karşı iktidarları korumaktır. Vücut bulan her halk isyanında sadece polislerin değil, hatta daha çok orduya bağlı güçleri hemen hemen aynı metotlarla harekete geçtiklerini defalarca tanıklık ettik. Halkların özgürlük yönelimi sürekli bir olgudur. Buna karşın yönelimi gerçekleştirmek çok zorlu bir mücadelenin, örgütlenmenin ve uzun bir zamanın konusudur. Halklardaki yönelimi hemen her olayda açığa çıkarmak, tahlil etmek, politikayla buluşturmak devrimci bir görevdir ve devrimci özneleri gerektirir. Bu noktadaki zayıflık bir karamsarlık nedeni olmamalıdır. Çünkü bu zayıflık koşulların zorlamasıyla tersine dönebilir bir zayıflıktır. Üstelik halkın yönelimine dayandığı için de nesnel olarak gerçekleşmeye yatkındır…

Kitlelerin özgürlük eğilimine güvenen ve dayanan bir hat üzerinde durmaya devam etmeliyiz. Dahası bu eğilimi güçlendirmenin, yaymanın, örgütlemenin yollarını aramalıyız. Orta Doğu bunun koşulların olgun olduğu bir coğrafyadır. Aksa Tufanı da, Yemen’deki cüretli saldırılar da, çeşitli ülkelerdeki halk hareketleri de bunun örnekleri olarak önümüzdedir. Türkiye’de en son Van’daki kitlesel karşı koyuş da ilham vermelidir. Kürt halkında somutlaşmaya devam eden yönelimin bütün Türkiye halkına yayılması için sebep fazlasıyla mevcut.

1 MAYIS’TA TAKSİM’DEYİZ

Bunun bir sınaması da 1 Mayıs süreci olacaktır. Elbette bunu yönelim ile yönelimin gerçeğe dönüşmesindeki ihmal edilemez farkı bilerek söylüyoruz. İstanbul 1 Mayıs’ının Taksim’de bir mitinge doğru evrilmesi kitlelerdeki yönelimden bağımsız değildir. Başından itibaren kitlelerin ileri kesimlerinde bu isteğin ve beklentinin var olduğu bir gerçekti. Bu isteğin vücut bulması ciddi ve sağlıklı çalışmaları gerektiriyordu. Bu derecede bir çalışma olduğu çok tartışmalı da olsa nihayet Taksim İstanbul’daki “tek” miting yeri olarak öne çıkmış durumda. Amacımız her nerede olursa olsun kitlesel ve güçlü bir 1 Mayıs örgütlemek olduğuna göre bunu Taksim özgülünde gerçekleştirmek için çabalarımızı artırmamız gerekmektedir. Türkiye’nin farklı ilerinde de Taksim kapısına işaret edilmesi, dayanışmanın odağına bu kez Taksim ve 1 Mayıs uyumunun ve tarihsel birliğinin konması doğru olacaktır. Sözü edilen işçi ve emekçilerin mücadele temelli buluşmasıdır. İşçi ve emekçilerin sırtındaki yük ağırlaşmakta olan bir yüktür. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız uluslararası koşullar bu yükün ağırlaşacağına ve süreklileşeceğine işaret etmektedir. Bu nedenle 1 Mayıs’ta karşıtlığımızı iş birlikçi yöneticilerle, haklarımızı gasbeden patronlarla, zorlu çalışma koşulları ve yetersiz ücretlerle, adaletsiz vergi düzeniyle sınırlı tutmamalıyız. Tüm emperyalizmin dayattığı savaş koşullarına karşı kendi özgürlüğümüzü bayraklaştırmalıyız. Taksim bu bakımdan simgeleşmektedir. Özellikle vurguluyoruz ki Taksim “gasbedilmiş haktır”, işçi ve emekçiler tarafından 1 Mayıslaştırılmıştır. Eğer “kızıl 1 Mayıs”tan söz edeceksek bu rengin parıldadığı yer Taksim’dir. Filistin halkına ve Filistin davasına ışığın gönderildiği bir meydan olmalıdır Taksim. İliç’te toprak altında kalan, Gayrettepe’de yanan işçilerin adları için bir yankı yeri olmalıdır. Gezi şehitlerinin yuvasından seslenildiği unutulmamalıdır.

ÖRGÜTLENEREK ÖRGÜTLEYELİM

Kendimizi bu sorunların, isimlerin, davaların içinde örgütleyebileceğimiz gerçeğini bir kez daha hatırlatalım. Birbirimizden aldığımız güçle, birbirimizi denetleyerek, düşeni tutarak, yol arayana yol göstererek örgütlenmek geniş olanaklara sahip olduğumuz tekrar anımsamalıyız. Devrimci dayanışmanın olanaklarına dayanarak sağladığımız ilerleme bizi Taksim’de buluşturduğunda dayanışmanın gücünü hakkını vererek haykırmalıyız. Doğru yerde, doğru politikalarla birlikte yürümek dayanışmanın temeli olmak zorunda.  Devrimci politikanın ve doğru kitle çizgisinin dinamiklerini harekete geçirdiğimiz her durumda örgütlenmenin olanakları genişleyecektir. 1 Mayıs’ı örgütlerken örgütlendiğimizi ve bunun ardı sıra dizilimli taşların birbirini düşürmesi gibi devam edecek bir süreç olduğunu bilelim. Çokça Taksim şiarının atılmış olması, güven duyulamaz kesimlerden gelen açıklamalar bizi yanıltmamalı. Bize rağmen bir kalabalık olasılığı çok azdır. Buna karşın bizimle, dayanışma içinde olduklarımızla oluşabilecek bir kitlesellik için umutlu olabiliriz. Kitlelerdeki yönelim bu yöndedir. Çağrılar ve çalışmalar bu yönelimi etkiledikçe veya bu yönelime temas ettikçe başarılı sonuçlar elde edeceğimize inanabiliriz.

Daha coşkulu bir miting için bugünden ne yaptığını bilen, daha coşkulu çalışmalara ağırlık verelim. Kitlelerdeki yönelime kendi devrimci ve kolektif yönelimimizle en güçlü katkıyı sunalım…