Filistin Aynasında Orta Doğu’ya Bakmak: Bir Kez Daha Proleter Çözümde Israr Etmek-I

[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Yazıyı dinle “]

Orta Doğu’nun kapan(a)mayan iki yarasından biri, en sevdiğimiz: Filistin! Filistin yeniden kanamaya başladı. İsrail, Gazze’yi haritadan siliyor, çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere masum halk katlediliyor. Gazze’de yaşanan insanlık dramını tarif etmekte kelimeler kifayetsiz kalıyor. Gazze’de yaşananları tarihçiler mutlaka anlatacaktır ama bu aşağılık zorbalığın, dünyaya hükmeden karanlığın önce edebiyatçılar tarafından anlatılması gerekecektir. Yaşananların gerçek boyutu bu biçimde belki anlatılabilir ve bir daha yaşanmaması için insanlığın ortak hafızasına kaydedilebilir. Ortak hafızada oluşacak derslerin ete kemiğe bürünebilmesi ise Filistin sorununa doğru bir politik çözüm ile mümkündür. Bu doğru çözümün üretilmesine ve geliştirilmesine tarih ve edebiyat da katkı sunmalıdır.

7 Ekim sabahında, Hamas’ın “El Aksa Tufanı” adını verdiği taarruzu İsrail’i gafil avlamış, şok taktiğinden beklenen yarar sağlanmış ve bir süredir “unutulmaya” terk edilmiş Filistin sorunu yeniden dünyanın bir numaralı politik gündemi haline gelmiştir. Filistinliler politik gündemde bir numaraya çıkmanın bedelini Gazze’de canları ile ödemekteler.

Daha başlangıçta şunu açıklıkla belirtmeliyiz ki Hamas’ın İsrail’e taarruzu meşrudur ve asıl saldırı altında olan Filistin’dir, haksız saldırılar altında yaşayanlar Filistinlilerdir. 7 Ekim sabahından önce ve çok daha önceleri de durum buydu. Şimdi de budur. 7 Ekim’deki Hamas taarruzu, İsrail’in yeni yerleşimler kurmak dahil sistematik ve boyutlu saldırılarını hedefleyen askeri, küçük bir karşı hamledir. Etkisinin büyük olması Hamas’ın şok taktiği ile İsrail’i gafil avlamasından kaynaklıdır. İsrail’in sistematik saldırıları göz önünde tutulmadan Filistin sorununda doğru bir konum belirlemek olanaksızdır. Belirsizlik içeren konumlanmalarda bu saldırıların bir şekilde ihmal edildiğini rahatlıkla görebiliriz.

7 Ekim taarruzu Filistin’i sadece dünya politik gündeminin zirvesine taşımamış, yanı sıra birçok soruyu gündeme taşımıştır. Bu soruların başında “Neden şimdi?” sorusu gelmektedir. Bu soruyu taarruzun kimin ya da kimlerin işine yaradığı, oluşan durumdan kimlerin çıkar sağladığı sorusu takip etmektedir. Sorunu bu eksende ele almanın sorunun özünden uzaklaşma ve komplo teorilerine sürüklenme tehlikesi barındırdığını hatırlatmalıyız. Bu iki soru ile eş güdümlü olarak Filistin’e desteğin içeriğini tartışmak ve doğru politik çözümü gündemleştirmek ise kaçınılmazdır. Biz de soruna bu düzlemde yaklaştık.

ZAMANLAMA MANİDAR

Hamas bu taarruza mecbur kalmıştır. Filistin’in geleceğinde kendine bir yer edinebilmek için bu taarruz gerçekleştirilmek zorundaydı. Abraham (İbrahim) Anlaşmaları ile bölgedeki Arap devletleri ve İsrail arasındaki ilişkiler normalleşme sürecine girmiş, iki devletli “çözüm” yolunda adımlar atılmıştır. Abraham Anlaşmaları İsrail’in bölgedeki tecridini kırmış, Filistin’in meşruluğu dışında İsrail’e karşı en büyük kozu böylece yavaş yavaş işlevini yitirmeye başlamıştı. İki devletli “çözüm”de kurulması öngörülen Filistin devleti ise Batı Şeria’dadır. Yani Hamas’ın etkisinin sınırlı olduğu, El-Fetih’in etkili olduğu bölgede bir Filistin devleti kurulması planlanmıştır.

Hamas 2005 seçiminden sonra 2007’de Gazze’de darbe yapmış, El-Fetih dahil devrimci-demokratik Filistin ulusal kurtuluş örgütlerini Gazze’den çıkarmıştır. Buna karşılık El-Fetih de Hamas’ı Batı Şeria’dan çıkarmıştır. Sonrasında taraflar anlaşıp bölgelerini birbirlerinin çalışmalarına açmışlar fakat bu açılım sınırlı kalmıştır. Filistin fiili olarak ikiye bölünmüş, Gazze Hamas’ın, Batı Şeria El-Fetih’in nüfuz alanı olarak kalmayı sürdürmüştür. Gelinen aşamada Hamas bir nevi 2007 darbesinin olumsuz sonuçları ile yüzleşmek, dar çıkarları çerçevesinde Filistin Ulusal Hareketini bölen, İsrail karşısında zayıflatan tavrının bedelini ödemek zorunda kalmıştır. Mevcut koşullarda Hamas Gazze’ye sıkışmış, yaşanan gelişmeler ile Filistin’in geleceğinden dışlanmak sorunuyla karşılaşmıştır. Hamas, bu denklemi bozmak, denklemden kendine bir yer açmak için harekete geçmiştir. 7 Ekim taarruzu bu hedefe ulaşmak için yapılmıştır. Hem kendisinin Filistin’in geleceğinden dışlanması hem de İsrail’in bölgedeki tecritten çıkma sürecini tersine çevirebilmek ya da en azından süreci kesintiye uğratabilmek için Hamas’ın ezber bozacak bir hamleye ihtiyacı vardı. 7 Ekim taarruzu bu oyunu bozan hamle olarak gerçekleşti ve İsrail dahil dünyayı şoke etti. Dengeler ciddi derecede sarsıldı. 7 Ekim taarruzunun bu bağlamda hedefine ulaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Taarruzun hemen ardından Hamas’ın ateşkes ve rehine takası önermesi bu başarıyı somutlaştırmayı hedeflemiştir. Keza İsrail ve ABD’nin bu öneriyi Hamas’ın elini güçlendireceği gerekçesi ile geri çevirmeleri de 7 Ekim taarruzunun Abraham Anlaşmaları ile bölgede İsrail lehine gelişen olumlu konjonktürü kesintiye uğradığını görmesinden kaynaklanmaktadır. Hamas’ın muhatap alınmasına tavır geliştirmiştir.

İsrail’in Gazze’ye ölçüsüz saldırısı bölge devletlerini İsrail’e mesafe koymaya zorlamıştır. Bölge devletlerini bu mesafeyi koymaya zorlayan asıl gücün bölge ve Dünya halklarının Filistin halkı ile geliştirdiği dayanışmanın düzeyi olduğu kadar bu, emperyalizmin yarı sömürgesi konumundaki devletlerin ilk fırsatta İsrail ile ilişkilerini eskiye döndürmeyi beklediklerini söylemeye de gerek yoktur.

Hamas’ın iki devletli “çözüm”de, Filistin’in “geleceğinde” kendisine bir yer edinip edinemeyeceği sorusuna yanıt vermek için henüz erkendir. Gazze’deki direnişi Filistin halkının hafızasına şimdiden kazımıştır fakat Filistin’in “geleceğinde” siyasi bir güç olarak varlığını sürdürmek bambaşka bir şeydir ve bu soruya henüz cevap verilmemiştir.

KOMPLO TEORİLERİNE DEĞİL OLGULARA YOĞUNLAŞMAK GEREKİR

Sınıf mücadelesinde her hamle, hamleyi gerçekleştirenlerin dışındaki güçlerin pozisyonunu da olumlu ya da olumsuz yönden etkiler. Dolayısıyla 7 Ekim taaruzunun yarattığı koşullardan memnun olanlar da olmayanlar da bulunacaktır. Bu, yeni durumdan çıkar sağlayan güçlerin yeni durumun oluşturulmasına doğrudan katıldıkları anlamına gelmez. Bunu ileri sürebilmek için somut verilere ihtiyaç vardır. İran’ın da Rusya’nın da Hamas’ı bu konuda yönlendirdiklerine dair somut bir veri bulunmamaktadır. O halde sorunu ele alırken “perde arkası” güçlere yoğunlaşmak yerine olgulara yoğunlaşmak gerekir. Kaldı ki zamanlama sorununu ele alırken gösterdiğimiz gibi 7 Ekim taarruzundan en büyük yararı elde etmeyi uman güç Hamas’tır. Bu nedenle komplo teorilerine itibar edilmemelidir. Hamas’ın siyasi hedefleri gayet açık ve anlaşılırdır. Ortada herhangi bir gizem yoktur. Sadece çözülmemiş bir ulusal sorun ve bu ulusal sorunda başka bir evreye geçme arifesinde ulusal güçlerden birinin kendine yer açma çabası söz konusudur.

İsrail’in saldırılara göz yumduğu teorisi gerçekçi değildir. Öte yandan MOSSAD’ın taarruza dair hiçbir istihbari bilgiye ulaşmamış olması da mümkün değildir. İsrail’in teknolojik donanımının ve birikiminin böylesi bir “uyumaya” izin vermeyeceği açıktır. Nitekim Mısır’ın dahi üç gün önceden İsrail’i uyardığı basına yansımıştır.

“Göz yumma” teorisi öncelikle her şeye kadir bir İsrail ve ABD’yi varsaydığı ve egemenlerin her koşulda en nesnel, en doğru kararı verdikleri görüşünü beslediği için de karşı çıkılması gereken bir teoridir. Öyle görünüyor ki İsrail egemenleri “tehlike”nin boyutunu doğru değerlendirememişlerdir. Eğer doğru değerlendirselerdi İsrail’in bölgeden oluşturduğu “saldırılmazlık ve yenilmezlik” imajının böylesine yıkıcı bir darbe almasına izin vermezlerdi. Ortada bir göz yumma olsaydı, Hamas’ın taarruzunu sınırlayacak, dolayısıyla politik etkisini azaltacak önlemler alırlardı. Ancak bu derecede eşitsiz güçlerin karşı karşıya gelmesinde güçlü taraf düştüğü zaafı zayıfa göre daha kolay telafi edebilir, süreci lehine çevirebilir. Bu bir kez gerçekleştiğinde sonuçtan hareketle komplo teorileri dahil gerçekliği yansıtmayan birçok teori üretilebilir. Bu tür teoriler her şeyden çok ezilenlerin, güçsüzlerin haklı çabalarını değersizleştirmek için kullanılmaktadır. Bu tuzağa düşmemek gerekir.

İran, 7 Ekim taarruzundan, Hamas’tan sonra en çok yararlanan güçtür. Abraham Anlaşmaları sonrasında gelişen, İsrail’in bölgedeki tecridini kırma yönünde ilerleyen süreç kesintiye uğramıştır. Bu da İran’ın stratejik çıkarları ile uyumludur. Hamas’ın bir süredir İran ile sıkı ilişkiler geliştirdiği bilinmektedir. Hamas-İran ilişkilerinin derinleşmesinde Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi güçlerin ABD emperyalizminin isteği üzerine Filistin’e mesafe koymaları etkili olmuştur. Katar’ın hâlâ Hamas ile çok sıkı ilişkileri sürmektedir. İran ile Hamas ilişkisi çıkar birliği ekseninde ele alınmalıdır. Hamas’ın Filistin sorunu ekseninde bu tip ilişkiler geliştirmesi meşrudur. Dolayısıyla Hamas’a İran ile geliştirdiği ilişkiler üzerinden bir aparatlık, kullanılma eleştirisi geliştirmek sorunun özünü karartacaktır. Hamas’ın niteliği ve kurduğu ilişkilerin içeriği sorunu ise bir başka konudur. Burada dikkat çektiğimiz husus, her ulusal hareket gibi Hamas’ın da diplomatik ilişkiler geliştirme, düşman kamptaki çelişkilerden yararlanma hakkının bulunduğudur.

Orta Doğu’nun bir kez daha Filistin sorunu üzerinden karışmasını Rusya’ya Ukrayna’da nefes aldıracağı için Rusya’nın Hamas’ı 7 Ekim taarruzunu yapmaya teşvik ettiği ya da yönlendirdiği değerlendirmesi de gerçekçi değildir. Zira, 7 Ekim’den sonra Rusya’nın Ukrayna’daki saldırıları kayda değer düzeyde artmamıştır. Oysa taarruzu isteyen ve haberdar bir Rusya bu “fırsatı” kaçırmazdı. Gelişmeler bu yönde değildir. Diğer taraftan Rusya, Filistin sorununun alevlenmesi ile ABD’nin bölgeye azalan ilgisinin artacağını ve bölgede geliştireceği yeni hamleler için gerekçe oluşturacağını düşünmezlik etmeyecektir. Nitekim Halep Havaalanı İsrail’in saldırdığı ilk yerlerden biri olmuştur. Rusya’nın “satranç tahtası”nda Ukrayna’ya karşılık Suriye’yi kaybetmeyi göze alacağını düşünmek, Rusya’nın izlediği askeri yayılma (Afrika vs.) ve emperyalist gelecek perspektifi ile uyumlu değildir. ABD’nin dikkatinin Asya Pasifik’ten Orta Doğu’ya kaymasının Çin’in işine geleceği ise bir gerçektir.

7 Ekim’de İsrail ile birlikte ABD de darbe almıştır. Abraham Anlaşmaları ile Orta Doğu’da oluşturmaya çalıştığı yeni dengeler sarsılmıştır. Filistin sorunu hiç istemediği bir biçimde dünya kamuoyunun gündemine oturmuştur. İsrail ile birlikte 7 Ekim taarruzundan doğrudan etkilenmiş ve kaybetmiştir. Dolayısıyla ABD’nin de Hamas’a göz yumması söz konusu değildir. Bu nedenle oluşan tabloyu tersine çevirmek için İsrail ile birlikte ilk harekete geçen ABD olmuştur.

ABD ile birlikte AB ve Japonya da darbe almıştır. Kısacası dünyanın egemen emperyalist bloku Orta Doğu’da lehlerine işleyen sürecin ilk etapta kesintiye uğraması, devamında tamamen başarısız olması riski ile karşı karşıya kalmıştır. Hegemonyalarını koruma ve aleyhlerine oluşan durumu zor yoluyla tersine çevirmek için hazırlık yapmaktadırlar.

Hamas, 7 Ekim taarruzu ile iki devletli “çözüm”de kendisinin de hesaba katılması gerektiğini hatırlatma, Abraham Anlaşmaları’nın İsrail lehine yarattığı havayı kesintiye uğratmıştır. Bu bağlamda 7 Ekim taarruzu Hamas, Filistin, İran, Rusya ve Çin’in genel çıkarlarını güçleştirici bir etki yaratmıştır. İsrail şahsında ise ABD ve müttefikleri yara almıştır.

Türkiye’nin konumu ise başlı başına değerlendirmeyi gerektirmektedir. Geçerken şu kadarını belirtelim: Türkiye’nin “arabulucuk” çabaları sonuçsuz kalmıştır. Dahası uluslararası arenada ciddiye alınmamıştır. İçeride siyasi İslam’ın yükselişte olmasının yarattığı baskıyla İsrail karşıtı bir pozisyona kaymak zorunda kalmıştır. Ancak bu pozisyon alış Filistin’i dert edinen bir konumlanma değildir. Esas hedefi kendini pazarlamada yükseltmeyi amaçlamaktadır. Aksi takdirde Orta Doğu’da bir savaşa hazırlanan NATO’nun genişlemesine onay verilmez, İsrail ile ticaret hızı hiçbir şey kaybetmeden sürmezdi. İç kamuoyuna dönük Filistin yanlısı “sert” söylemlere İsrail tepki göstermiş, ilişkileri gözden geçirmiş ve ilişkilerin seviyesi düşürülmüştür. Bu durumun ileride Türkiye’yi daha da sıkıştıracağını şimdiden söyleyebiliriz.

FİLİSTİN’E DESTEK HAMAS’A DESTEK VERMEYİ GEREKTİRMEZ

Filistin ulusal sorunu emperyalizm çağına özgü bir ulusal sorundur. Bu da Filistin ulusal devrimci hareketinin komünistler tarafından desteklenmesi görevini beraberinde getirir. Nasıl ki Filistin’in ayrı bir devlet kurma hakkını tanımak bir ön şart gerektirmezken desteklemek proletaryanın çıkarları, kriterine sahipse, Filistin ulusal örgütleri arasında da devrimci olanlar ve olmayanlar bağlamında ayrım yapılmalıdır ve Filistin ulusal hareketine verilecek desteğin içeriği ve kapsamı belirlenirken bu ayrım dikkate alınmalıdır.

Gazze katliamı, ulusal hareketlere destek sorununa yakıcı bir önem kazandırmıştır. Hamas, köktendinci çizgiden bir ulusal harekettir. Hamas’ın ulusalcı niteliği göz ardı edilip sadece köktendinci ideolojik niteliğine odaklanılması halinde İsrail’in Filistin halkına uyguladığı ulusal baskı ihmal edilmiş olacaktır. Filistin sorununu Gazze’deki şeriatçı Hamas ile İsrail’deki Siyonist Netanyahu hükümeti çatışmasına indirgemenin yolunu açacak, bizi sorunun özünden uzaklaştıracaktır. Bu uzaklaşma somut durumda İsrail’in lehine bir kayıtsızlık-tarafsızlık anlamına gelecektir. Bunun savunulmazlığı ortadadır. Bu durumda ne yapmalı, Filistin ulusal hareketinin her türlü talebini ayrımsız sahiplenmeli, her örgütünü desteklemeli miyiz? Desteklememiz halinde burjuvazinin olumlu eylemi ile aramıza çizgi çekmeyi nasıl başaracağız ve bu çizgiyi nereden çekmeliyiz?

Bu sorulara vereceğimiz yanıtlar kimin yanında durmamız gerektiğini ve yanı sıra kim olduğumuzu da gösterecektir. Bu konuda komünistlerin, sınıfsal ve ulusal mücadelelerinin deneyimlerinden süzerek çıkardıkları ilkeleri vardır. “Komünistler olarak bizim, sömürge ülkelerdeki burjuva özgürlük hareketini ancak bu hareketler gerçekten devrimciyse, temsilcileri bizim köylüleri ve geniş sömürülen katmanları devrimci düşünceyle eğitip örgütlememizi engellemezlerse desteklememiz gerektiği ve destekleyeceğimizden ibarettir.” (Lenin, 1998:589)

Bu iki kriter eşliğinde Hamas’ı incelediğimizde komünistlerin Hamas’a karşı tavrı da açıklığa kavuşacaktır. Ulusal sorunda devrimciliğin yegâne kıstası Özgürce Ayrılma Hakkı’nın (ÖAH) savunulup savunulmadığıdır. Hamas ÖAH’yi savunmaktadır. Bu bağlamda Hamas ulusal devrimcidir. Sorun tam da burada çetrefilleşmektedir. Hamas Filistin’de bir şeriat devleti kurmak istemektedir. Yani Filistin’i Orta Çağ karanlığına götürme hedefine sahiptir.

“Bir ulus eski düzene dönme hakkına bile sahiptir, fakat bu, Sosyal Demokrasinin söz konusu ulusun şu ya da bu konumunun bu tür bir kararını onaylayacağı anlamına gelmez.” (Stalin, 1989: 270)

Hamas, ulusal sorunda devrimci bir tutum belirlemiş olmakla birlikte Filistinli feodal-gerici güçlerin siyasi örgütlenmesidir. Filistin ulusal kimliğini din temeli üzerine inşa etmek ve gerçekleştirmek istemektedir. Hamas ve köktendinci Filistinli ulusal hareketlerin konumu budur. Bu, Filistin ulusunun en geri temelde örgütlenmesi anlamına gelmektedir. Filistin halkı ise uluslaşma sürecinde tek bir çizgi etrafında birleşmiş değildir. Yani Filistin halkının hangi ideolojik, siyasi, kültürel çizgide ulusal birlik gerçekleştireceği sorunu henüz kesin bir çözüme kavuşmamıştır. Bu bağlamda Filistin ulusal devrimci hareketi içerisinde iki ana akım bulunmaktadır. Hamas, İslami Cihad vs. İslam-şeriat temelinde bir ulusal birlik inşa etmek istemekte; El-Fetih, FHKC, FKP, FDHKC ve diğerleri Filistin’i burjuva demokratik ilkeler temelinde, yüzü sosyalizme dönük biçimde ulusal birlik-bağımsızlık istemektedirler. Bu iki çizgiden hangisinin komünistlerce desteklenebileceği, Filistin ulusal devrimci hareketi içerisinde hangi çizginin gelişmesinin Filistin proletaryasının lehine sonuçlar doğuracağı aşikârdır. Nitekim Komintern İkinci Kongresi için Lenin tarafından kaleme alınan ulusal ve sömürgesel sorun karar taslağında bu durum ele alınmış ve karar bağlanmıştır. Biz konumuzu doğrudan ilgilendiren bölümü aktarmakla yetineceğiz:

“İkincisi, geri ülkelerde nüfuz sahibi olan din adamları ve diğer gerici ve Orta Çağ kalıntısı unsurlara karşı mücadelelerinin gerçekliği; üçüncüsü, Avrupa ve Amerikan emperyalizmine karşı kurtuluş mücadelesini, hanların, çiftlik sahiplerinin, mollaların vs.nin konumlarının gönderilmesiyle birleştirmek isteyen Panislamizm ve benzeri akımlara karşı mücadelenin gerekliliği…” (1998: 580)

Tezlerden anlaşılacağı gibi bu mücadele ideolojik ve politik mücadeleyi kapsamaktadır. Dolayısıyla Gazze’de yaşanan İsrail mezalimine duyulan tepki hiçbir zaman Hamas’ın ideolojik-siyasi çizgisine bir sempatiye tahvil edilmemelidir. Komünistler bu konuda net olmalıdır.

Lenin’in destek için öne sürdüğü ikinci kritere gelecek olursak: Hamas 2007’de yaptığı darbe ile Filistin halkının iradesini yok saymış, Gazze’de siyasi tekel kurmuş ve Filistin ulusal devrimci hareketinin devrimci-demokratik çizgisini sürdüren parti ve örgütlerin, Filistin halkını devrimci-demokratik düşünceyle eğitip örgütlemesini engellemiş ve engellemeye devam etmektedir. Hamas özelinde birinci kriter ikinci kriter tarafından yadsınmaktadır. Bunun anlamı Hamas, siyasi niteliğinden bağımsız olarak ulusal sorunun çözümünde ÖAH’yi benimsemesi ve mücadelesi ile emperyalizmin bölgedeki çıkarlarını sarsması nedeniyle objektif olarak devrimcidir. Filistin ulusal devrimci hareketinin bileşenlerinin Filistin halkını devrimci düşünceyle eğitip örgütlemesini sistematik olarak engellediği ve Filistin feodal sınıflarının siyasi temsilcisi olarak Filistin’de bir şeriat devleti kurmak istediği, Filistin halkını Orta Çağ karanlığına mahkûm etmek istediği için de subjektif olarak karşı devrimcidir. Hamas’ın politik programı Filistin proletaryasının sosyalizm hedefi ile açık ve uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir. Dolayısıyla komünistlerin Hamas’ı desteklemeleri düşünülemez.

Bu nedenle Filistin sorununa destek ile Hamas’a destek birbirinden ayrılmalıdır. Destek Filistin’e uygulanan ulusal baskıya ve ayrı bir devlet kurma hakkının gaspına karşı Filistin halkının mücadelesine, bu mücadelenin emperyalizmi geriletmesinedir. Hamas ancak bu mücadelenin parçası olmayı başardığı ölçüde Filistin davasında olumlu bir rol oynayabilir. Bu da Filistin sorunu ile Hamas’ın bu sorunun çözümü olarak öne sürdüğü ideolojik-politik çizginin arasına bir çizgi çekilmesini gerektirir. Hamas’ın meşruiyeti Filistin sorunu bağlamında Filistin’in hakları sınırında tükenmektedir. Ne 2007’den günümüze Gazze’de yaptıkları ne de 7 Ekim taarruzunda uyguladığı sivilleri rehin alma ve katletme siyaseti doğrudur ve desteklenmelidir. Bu eylem çizgisinin beslendiği Filistin sorununu şeriatla ve tüm Yahudileri Orta Doğu’dan kovmakla çözme siyasetinin desteklenmemesi gerektiği gibi aktif biçimde ideolojik-politik mücadelenin hedefi olması gerekmektedir. Yüreği Filistinlilerle atan tüm halklarda ve komünistlerde Hamas’ın uyandırması gereken yegâne sempati tüm gerici niteliğine karşın objektif olarak emperyalizme darbe indirmiş olmasıdır. Bu da Hamas’ın niteliğinden değil çağımızın Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağının karakterinden kaynaklanan objektif bir durumdur.

Tekrar güncele dönmemiz gerekirse, 7 Ekim sonrası gelişen İsrail saldırganlığı ve Gazze’de yaşanan katliam küresel ölçekte farklı hesapları görmeyi de içermekle birlikte esasta Filistin sorununda iki devletli “çözüm”ün hızlandırılması amacını taşımaktadır. İki devletli “çözüm” kulağa çok mantıklı gelmekle birlikte başından beri emperyalizmin çözümü olarak sorunun proleter çözümüne alternatif olarak gündemleştirilmiştir. 7 Ekim sonrası oluşan konjonktür ile bu emperyalist çözüm Filistin ulusu için en dezavantajlı koşullarda somutlaştırılmak istenmektedir.

(Devam edecek)