Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-II

Önceki yazı: Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-I

[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Yazıyı dinle “]

Kendi devrimini hazırlamak ve gerçekleştirmek görevinin ihmal edilmesinin komünist hareket içindeki tehlikelerden biri olduğuna dikkat çektik. Bunun dünya devriminin parçalı gelişiminin, her parçadaki özgül niteliğinin kavranamaması ile ilgili olduğunu vurgulayalım. “Barış için bir arada yaşama”nın Stalin yoldaşın ölümünün ardından ülkelerdeki devrimleri desteklememenin ya da küçümsemenin gerekçesi yapılması önemli birçok tartışmayı içerir. Geçen sayıda buna değindik. Bu sayıda konuyu biraz daha açmaya çalışacağız.

Söz konusu tartışmalarda ulusal kurtuluş savaşları ve devrimleri esaslı bir yer tutar. Barış içinde bir arada yaşamayı devrimlere yeğ tutan anlayış açıktır ki bunu “devrime karşı açık bir tavır” sergileyerek yapmayacaktı. O, ulusal kurtuluşun önderliğine dair sığ yaklaşımlarla, bu mücadelelere komünistlerin önderlik görevini yok sayarak, küçümseyerek bu tavrı sergiledi. Farklı devrimlerin gerektirdiği farklı görevleri, taktikleri sapma, oportünizm diye mahkûm ederek tavrını derinleştirdi. Kendi tarihimizde biz bunu Kürt Ulusal Mücadelesine yaklaşımda gördük. Şeyh Sait İsyanı’na dair İbrahim yoldaşın TKP eleştirisi, genelde Kürt ulusal sorununda revizyonistlere karşı savunduğu görüşler bu tartışmayı içerir.

Benzer tavırlar, politikalar birçok komünist partisinin tarihinde mevcuttur. Bunlara yön veren anlayış barış içinde bir arada yaşamanın çarpık kavranışı olan karşı devrimci anlayıştır. Üç Dünya Teorisi, devrim yolundan çıkıp kalkınmacı retoriğe bağlanma, emperyalizmin ilerletici etkisini devrimin yerine koyma gibi bir dizi görüş bu anlayışın ürünüdür.

Ezilen Ülkelerde Ulusal Devrimler

Ulusal kurtuluş mücadeleleri son dönemde zayıflamış, gerilemiş görünse de halen günümüzün temel mücadelelerinden biridir. Sözünü ettiğimiz gerilemede komünist hareketin misyonunu oynayamaması, önderlik görevini yerine getirememesi belirleyicidir. Bu görev halen somut olarak önümüzdedir. Bu, açıktır ki Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını koşulsuz tanımak da dahil sorunu uluslararası proletaryanın çıkarları açısından çözüme kavuşturmaktır.

Emperyalizme karşı gelişen ve zaferi dünya devrimi için zorunlu olan bu mücadeleler bugün de uluslararası devrimci hareketin temellerindendir ve hatta en önemlisidir. Bu mücadeleleri yok sayan, küçümseyen hiçbir hareket komünist adını hak edemez.

Emperyalizmin Sömürgeciliği Sürmektedir

Emperyalizmin dünya üzerindeki egemenliği tüm dünya işçi hareketinin önündeki belirleyici engeldir. Dünya üzerinde baş çelişki ezilen ulus ve halklarla emperyalizm arasındadır. Bu çelişki çözülmedikçe diğer çelişkilerin çözülmesi ya da çözüm yoluna girmesi olanaksızdır. Dünya halkları bunu uluslararası düzlemde faşizme karşı verilen büyük savaşta somut olarak yaşadılar. Özellikle Alman faşizmine karşı verilen mücadele zaferle sonuçlandığında bütün olarak emperyalizmin de önemli bir darbe yediğini hatırlayalım. Emperyalizm 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan hemen sonra sömürgelerinde büyük kayıplar ve ciddi bir gerileme yaşadı. Ne var ki bu kayıplar ve gerileme onun çözülmesiyle, tarihin çöplüğüne süpürülmesiyle sonuçlanmadı. Sömürgecilikten uzaklaşıldığı fikri verse de aslında emperyalizm sömürgeciliği yeni biçimde geliştirdi. Özellikle ABD emperyalizminde somutlaşan bu yeni sömürgecilik talan ve sömürüde eski sömürgecilikten aşağı kalmıyordu. Asya, Afrika ve Güney Amerika’da ülkeler bağımsızlıklarını kazanmakla birlikte ekonomik özgürlüklerini kazanamadılar, emperyalist denetimi, köleliği yok edemediler. Bu ülkelerde talan ve yoğun sömürü devam etti. Kuşkusuz değişen şeyler vardı. Örneğin yeni sömürgeciler eskilerin yerini aldılar. Yeniler bu ülkelerin eski çağın kalıntısı egemen sınıflarından ajanlar yetiştirip bağımsız ülkenin yönetiminde konumlandırdılar. Bu ülke halkları daha güçlü bir biçimde emperyalizmin pençesi altında kaldılar.

Bu yeni sömürgecilikte uşaklar bağımsız devletin yöneticileri oldular ve geçmişleri talan ve yağmaya dayalı devletler ekonomik yardım adı altında bu ülkeleri ham madde kaynağı olarak kullanmayı sürdürdüler. Çürümeye yüz tutmuş sermayelerini bu ülkelere ihraç ettiler, aşırı üretimin kaçınılmaz sonucu olan artık mallarını bu ülke pazarlarına sürdüler. Böylece kapitalizmin bunalımını da bir hal yoluna soktular… Özetle sömürgeciliğin zayıfladığı, gerilediği iddialarını boşa düşüren politikalar uygulandı.

Ulusal kurtuluş savaşlarının yer yer büyük zaferler elde etmesi, komünist hareketten etkilenerek bağımsızlık yoluna girmesi bu dönemin güçlü bir özelliğiydi. Ne var ki bu süreç tamamlanamadı. Bugün bu ülkelerin hemen hepsinde ivedi görev emperyalizme ve onun uşaklarına karşı mücadeleyi sürdürmektir. Bu görevin ezilen ülkelerdeki halkların görevi olduğu tartışmasızdır. Tartışılmaz olan bir başka şey de bu görevde halklara önderlik edebilecek gücün proleter hareket olmasıdır. Komünist hareketin önderlik etmediği bir ulusal hareketin emperyalizmi alt etmesi beklenemez. Bunun nedeni ancak proletaryanın emperyalizmden bağımsız bir ekonomi ve devlet yapısı kurabileceği gerçeğidir.

Yeni sömürgecilik 2. EPS’den sonra, ulusal kurtuluş mücadelelerinin hızlı gelişimi ve başarılı sonuçlar almasının bir ürünü olmakla birlikte emperyalistler arasındaki rekabetin de etkisini içerir. Özellikle yükselen yeni güç olarak ABD eski sömürgecilerin yerini alırken esas olarak bu yeni sömürgecilik yolunda ilerledi. Kuşkusuz bunda savaştan, etkin rol oynayabilecek kadar hasarsız çıkması, zaten bitmiş savaşın sonunda oynadığı meşum rol (Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombaları) ve eski sömürgeciliğin zorunlu tasfiyesinin sağladığı olanaklar etkili oldu.

Bu sürecin bir diğer üstün gücü ise revizyonizm tarafından ele geçirilmiş sosyal emperyalist bir ülke durumuna gelmiş Sovyetler Birliği’ydi. Yeni sömürgeciliğin bir diğer üstün gücü sosyal emperyalist bir ülke duruma gelmiş Sovyetler Birliği’ydi. Kruşçev önderliğinde kapitalizmin restorasyonuna girişen Sovyetler Birliği ezilen ülkelerdeki devrimci durumu ve komünist hareketin görevlerini yok sayan, dünyada emperyalizmden kaynaklanan savaş olasılığını reddeden, yeni sömürgecilikle birlikte yaygınlaşan “yoksul ülkelerin, ekonomik yardımlar yoluyla kalkınması” politikalarını savunan, devrim fırtınasının estiği bu ülkelerdeki ulusal devrimci hareketleri egemenlerle iş birliğine yönlendiren bir hat izledi. Bu yolun malum sonu ABD kadar güçlü, etkili, yeni sömürgeci sosyal emperyalist Sovyetler Birliği oldu. Artık dünya üzerinde iki büyük devletin bariz üstünlüğü söz konusuydu.

Hainlerin Çarpıtmaları

Bu süreci Stalin yoldaşla ilişkilendirenler de olmaktadır. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın galiplerinden olan sosyalist Sovyetler Birliği’nin diğer emperyalistlerle anlaşmalar yoluyla dünyayı sömürmek üzere paylaştığı iddia edilir. Yalta Anlaşması’nın böyle bir bölüşüm anlaşması olduğu ileri sürülür. Ne var ki bu, kanıttan yoksun iddia Stalin’e karşı saldırıların sadece biriydi. Kruşçev önderliğindeki dönekler topluluğu bundan çok daha ağır suçlamaları 20. Kongre’nin gizli raporunda konu ettiler. Kendi sömürgeci, kapitalist yolcu, devrim düşmanı politikalarını önce partiyi ve adım adım Sovyet halkını ve dünya halklarını Stalin’den koparmak için rezilce uyguladılar. Dünya komünist hareketi de bundan büyük bir yara aldı. Burada kısa bir açıklamaya gerek var: Stalin yoldaşın 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı boyunca ve ezilen ülkelerdeki devrimci mücadelelerin yöntem ve taktikleri konusunda hatalar yaptığını, Sovyetler Birliği’ni faşizmin saldırılarından korumak için büyük sorunlara neden olan ödünler verdiğini kabul ediyoruz. Ne var ki bunlarda amaç hiçbir zaman dünya devrimini zayıflatmak pahasına hareket etmek olmamıştır. Hiçbir zaman başka ülkelerdeki devrimlerin sorumluluğunu o ülkelerin halklarından almak, kendisine ya da başka dış güçlere devretmek anlayışıyla hareket etmemiştir. Emperyalizme ve her türden iş birlikçisine karşı devrim hareketlerini küçümseyen ya da gereksiz gören bir tutum içinde olmamıştır. Sadece ona atfedilemeyecek hataların büyük savaş koşullarında, dünya devriminin karmaşıklaşmış gelişiminde, Sovyetler Birliği’nin dünya devriminde oynadığı ve oynayacağı rolün öneminin etkisinde gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Hatalar elbette acımasızca ortaya konmalı ve eleştirilmelidir. Ne var ki bunların nedeni ve nasıl gerçekleştiği her zaman önemlidir. Stalin hakkında söylenebilecek en son şey onun Marksizm-Leninizm, dünya devrimine ihanet etmiş olacağıdır. O asla bu yola girmediği gibi hayatını bu türden ihanetlerle mücadele içerisinde geçirdi.

Üç Dünya ve Üç Dünya Teorisi

Nihayet iki büyük devletin görece ayrışmasıyla dünya üzerinde üç dünya oluşmuştu ve komünistler bu durumu analiz ederek dönemin başat sorunlarını yeniden ortaya koydular. Bu yapılırken kendinde karşıtını taşıyan komünist hareket içinde bir kez daha dünya devrimi çizgisini boşa çıkaracak teoriler üredi ve gelişti. Bunlardan biri de Üç Dünya Teorisidir. Lenin’in “barış içinde bir arada yaşama” tezinin çarpıtılmasından sonra Mao Zedung’un “dünyanın üç bölünmesi” analizi de aynı akıbete uğradı. Bugün dahi Üç Dünya Teorisinin karşı devrimci özü komünist hareketin bir problemi olarak varlığını sürdürmektedir.

1970’lerin başında dünya üzerinde farklı güçlerde ve yönelimlerde üç dünya vardı: iki büyük güçten (ABD ve Rus sosyal emperyalizmi) oluşan Birinci Dünya, diğer emperyalist ülkelerden oluşan İkinci Dünya ve ezilen ülkelerden oluşan Üçüncü Dünya. İki güçlü sömürgeci devletin dışında kalan emperyalist ülkeler dünya halkları bakımından ikincil konumdaydı ve bunlar da ABD ve Sovyetler Birliği’nin tehdidi altındaydılar; aralarında güçlü çelişkiler söz konusuydu. Mao’nun, dünya devrimi açısından düşmanların niteliğini ve aldıkları yeni pozisyonları analiz ederek yaptığı tanım revizyonizmin proleter bakış açısından uzak ve dünya devrimini olanaksızlaştıran iş birlikçi tutumunun bir yansıması olarak birinci dünya karşısında diğer dünya güçlerinin birleşmesi olarak yorumlandı. Meşhur Üç Dünya Teorisinin temeli bu iş birliğidir. İki büyük devlete karşı diğer daha az tehlikeli emperyalistlerle ve yerel burjuvalarla iş birliği yapmak. Lin Biao’nun ezilen ülke topraklarını dünya devriminin kırları olarak tanımlaması ve buraları devrimin merkezi olarak yorumlaması güçlü bir devrimci aforizma olmakla birlikte temelde burjuvazi ile iş birliğini içeriyordu. Ülke devrimlerini olanaksızlaştıran bir strateji üretilmişti. Ülke devrimini, sözde dünya devrimine tabi kılarak aslında dünya devrimi güzergâhından çıkma stratejisi…

Üç dünya analizi ile Üç Dünya Teorisinin farkı burada belirleyici önemdedir. İlkin Mao üç dünya tanımı yapmakla birlikte hiçbir zaman Üç Dünya Teorisini ileri süren, savunan, temellendiren olmamıştır. Aksine o, daima ezilen ülke halklarının devrimlerinin zorunluluğuna, bu devrimlerin ancak proletarya önderliğinde, komünist bir çizgide gerçekleşebileceğini ve gerçekleşmek zorunda olduğunu ileri sürmüştür. Çin özgülünde geliştirdiği Halk Savaşı stratejisinin temelinde bu anlayış vardır.

Çin özgülünde gerek Sun Yat-Sen zamanında Koumintang ile kurulan bağ gerekse de Japon işgaline karşı Çan Kay-Şek önderliğindeki Koumintang ile yapılan anlaşmalar yeni demokratik devrimin ilkelerine tamamen uygun olmakla birlikte komünist partisinin önderliğini, bağımsızlığını özel olarak içermiştir. Mao hiçbir yerde devrimin önderliğini burjuvaziye bırakan bir anlayışta olmamıştır. Oysa Üç Dünya Teorisinin temelinde bu anlayış vardır: “Baş düşman” düzeyindeki emperyalistlere karşı ezilen ülkelerdeki devrimlerin sınırlı olmak zorunda olması yani burjuva nitelikte kalması, sosyalizme yönelemeyeceği, bunun aksine gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfının önderliğinin sağlanmasına dek buralarda komünist hareketin pasif bir rol oynaması… Temel anlayış budur. Bu anlayışın ezilen ülkelerdeki emperyalizmin ajanlarını dahi devrimin saflarında görmekte sakınca görmediğini belirtmeliyiz.

Hiç şüphesiz komünistler düşmanları arasındaki çelişkilerden devrimin çıkarları bakımından yararlanma siyasetini savunurlar. Ne var ki bunu devrimin önderliğini bir süre için de olsa bırakma, bir burjuva kliğin kuyruğunda hareket etme pahasına savunmazlar. Onlar bu siyaseti esas darbeyi odak noktasına vurmak üzere yoğunlaşmak adına savunurlar.

Mao’nun üç dünya tanımı ayrıca Leninist barış içinde bir arada yaşama tezini de içerir. Mao düşmanlar arasında ayrımlar yapmak gerektiğini her zaman savunmuş ve yukarıda ifade ettiğimiz gibi Çin devriminde bunu doğru biçimde uygulamıştır. Farklı sistemlerin bir arada barış içinde yaşaması daha önce de belirttiğimiz gibi devletler arası hukuku konu edinir. Mao emperyalist devletlerle ilişkiler kurmanın ve bu ilişkileri korumanın nesnel koşullarını tanımlamıştır. Sonuçta Mao ve bütün olarak ÇKP bir halk cumhuriyeti olarak, sosyalizm inşa eden bir devlet olarak Çin Halk Cumhuriyeti’nin diplomatik düzlemdeki politikalarını söz konusu nesnel koşullarda belirleyebilirdi.

Bu politikalarda Üç Dünya Teorisinin temeline dair hiçbir şey bulunmaz. Bununla sunulan tablo dünyadaki güç dengesinin geniş ve gerçekçi bir tablosudur. Bu gerçekliğin ve analizin tanınması uluslararası düzeyde şu ya da bu gerici güçle birleşmek gibi stratejik bir tavrı içermedi. ÇKP, Maoistlerin iktidarda olduğu dönem boyunca bu türden bir stratejiyi yönünde hareket etmedi. Bunun yerine, bunun tam zıttı olan bir yaklaşımı: “ezilen ülke halklarının emperyalizme, yeni sömürgeciliğe ve emperyalistler arasındaki mücadeleyi de belirleyen hegemonyacılığa karşı mücadelede ana güç olduğunu” savundu. “Tarihi kitleler yapar” tezine uygun olarak tarihi ileriye götüren devrimin itici gücü ezilen ülke halkları olduğu görüşüne bağlı kaldı.

Üç Dünyacılık ve Baş Düşman

Üç Dünya Teorisinin temel zaafının somut devrim sorumluluğunu reddetmesi, sözde dünya devrimine tabi olarak somut iktidar mücadelesini baş düşmana karşı çeşitli burjuva kesimlerle ortak hareket etmek pahasına gereksizleştirmesi olduğunu belirttik. Böylece bir ülkede devrim şartları oluştuğunda da bu anlayış devrim yapmamayı, devrimi ertelemeyi dünya devrimi için koşulların henüz yeterli olmadığını, devrimin boğulacağını ileri sürerek savunabilmektedir. En son Nepal’de devrim sürecinin bu şekilde sonlandırıldığına, Nepal’deki Maoist hareketin üç dünyacı bir yaklaşımla açık bir şekilde revizyonizme saptığına tanık olduk.

Ülke devrimlerini sözde “dünya devrimine tabi” kılarak önderlik görevini belirsizleştiren yaklaşımın başka bir örneğini ABD’deki genel seçimde “faşist Trump”a karşı “demokrat Biden”ın desteklenmesinde gördük. Enternasyonalizmin komünist karakterini, hatta özünü ihmal edip her türden devrimci dayanışmanın, burjuva karakterdeki demokratik mücadelelerin de enternasyonal kapsamında ele alınması da benzer biçimde sapmadır, revizyonizmdir. Devrimlere proletaryanın önderliği görevini belirsizleştirmek her türden revizyonist yolun son durağıdır. Bunların birleştiği nokta dünya devriminin ülkelerdeki devrimlerde somutlaştığını ve her ülkedeki iktidar mücadelesinin o ülke proletaryasının, dolayısıyla komünistlerinin temel görevi olduğunu ihmal etmeleridir.

Mao’da üç dünya tanımı ve bununla bağlantılı olarak dünya üzerinde baş düşman tespiti içerik olarak biraz önce değindiğimiz sapmalardan tamamen farklıdır. Üç dünya tanımını açıkladık. Bununla birlikte baş düşman kavramı da önemli tartışmalara yol açmıştır. Lenin ve Stalin’de gördüğümüz bu kavramın “baş düşman dışındakileri” dost görme anlayışını içerdiği söylenmiştir. Oysa kavramın kendisi dahi bunun reddini içermektedir: Baş düşman; yani düşmanlar arasında öne çıkan, en önde olan, asıl tehlikeyi oluşturan, diğerlerini de belirleyebilen vs.

Emperyalist güçler arasından bazılarının baş düşman olduğunu ileri sürmenin “diğer emperyalistlerle iş birliğini” koşullamayacağı açık olmalıdır. Burada düşmanlar arasındaki farklılıklardan hareket edildiği, düşmanların da kendi aralarında rekabet içinde olduğu ve bazılarının diğerlerinden daha üstün konumda bulunduklarının konu edildiği şüphe götürmezdir. Dünya üzerinde baş düşmanı tespit etmek herhangi bir ülkedeki somut düşmanın “dost” görülmesine sebep olamaz, açıktır ki o düşman olarak değerlendirilmeye devam eder.

Üç Dünya Teorisi ile arasına kalın bir çizgi çeken Proletarya Partisinin bu tartışmalarda söz konusu kavramı, teorik olarak yanlış olmamakla birlikte ülkelerdeki somut düşmanı belirsizleştirdiği, pratik bir karşılığının olmadığı gerekçesiyle kullanmamayı tercih etti. Bu kaygının tamamen haksız olduğu söylenemez; bununla birlikte dünyadaki gerçek tabloyu ortaya koymak, emperyalistler arasındaki çelişmeleri somutlaştırmak, bu çelişmelerin dünya halklarına yansımalarını analiz etmek açıktır ki bir sorumluluktur. Dünyayı bir bütün olarak kavramak ülke devrimi bakımından da önemlidir. Proletarya Partisinin Üç Dünya Teorisini reddetme tutumunun devamı olan söz konusu tercihi sonuç olarak dünya hakkındaki, özel olarak düşmanlar hakkındaki gerçekçi analizi zayıflatan bir özellik olarak eleştirilebilir. Nitekim daha sonra bu konudaki eksiklik düzeltilmiştir. Ayrıca Mao’daki “dünyada baş düşman” tespitinin Marksist-Leninist-Maoist ÇKP tarafından yönetilen sosyalist bir devletin diplomasisi için çok pratik sonuçları olduğu tartışmasızdır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin o dönemdeki dış politikası için bu tanım ve tespitler özellikle gerekliydi ve bu sayede Çin üzerindeki ablukanın kırıldığını biliyoruz. Benzer politikaların Sovyetler Birliği’nde uygulandığını, “barış içinde bir arada yaşama” tezinin de bu politikaların bir parçası olduğunu hatırlatalım.

Revizyonistlerin dünyanın üçe bölündüğü analizini ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin dış politikasını uluslararası düzeyde tüm proletaryanın stratejik yönelimi olarak değerlendirmeleri, bu yolla somut devrim görevini belirsizleştirmeleri, düşmanlara karşı mücadeleyi zayıflatmaları kendi üretimleri olan “Üç Dünya Teorisi” ile uyumludur. Çin’de iktidarı ele geçiren revizyonistlerin Sovyet sosyal emperyalizmini baş düşman ilan ederek ABD emperyalizmiyle ve onunla ittifak halindeki tüm gericilerle ana düşmana karşı savaşmak adına birleşme çağrıları bu teorinin karşı devrimci özünü apaçık göstermiştir.

Okumaya devam etmek için:

Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-III