Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-I

Yazı dizisinin tamamına aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:

Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-I
Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-II
Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-III

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Yazıyı dinle “]

Uzun süredir, hemen tüm dünya ülkelerinde kitlesel hareketlerin ve devrimci mücadelenin olanaklarına ve elbette bunun egemenler için, özelde devletler için yarattığı tehlikelere dikkat çekildiğini biliyoruz. Yeni yüzyıla dair “ayaklanmalar yüzyılı” dendiğini hatırlatalım. Bunun ciddi bir “kehanet” olduğuna dair birçok tartışma da yapılmıştır, bir tespit olmaktan öte öfkeli halk kitlelerine yönelik tedbirler için geliştirilmiş bir argüman olduğu da söylenmiştir. Çoğunlukça “kehanet” dense de bu tespit için belli verilerin ve gelişmelerin varlığını kimse inkâr edemez. Yakın bir zaman olduğu için çok iyi hatırlanacaktır: 1978-80’den itibaren egemenleşen, 1990’lara doğru sosyal emperyalist SSCB’nin dağılmasıyla “herkesi” ikna eden yeni dünya düzeni 2000’lere doğru yerini önü alınamayan bir düzensizliğe bıraktı. Komünist hareket için bu, eşyanın tabiatı gereğiydi: Kapitalizmin emperyalist aşamasında eşitsiz gelişim yasası ve kapitalizmin aşağıya doğru seyri genellikle istikrarı değil istikrarsızlığı çağırır. Nitekim içinde olduğumuz bugünkü koşullar da böyle koşullardır. Marks ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nun ilk cümlesinde dikkat çektikleri heyula uzun zamandır sadece Avrupa üzerinde değil tüm dünya üzerinde dolaşmaktadır. Bunu komünistler proleter dünya devriminin koşullarının varlığı olarak kabul ederler ve her nerede olurlarsa olsunlar, taşıdıkları ulusal kimlik tarafından sınırlanamayacak bir içerikte komünizm yönündeki tüm çalışmalarını bu devrim sürecinin doğrudan veya dolaylı parçası olarak yürütürler.

Hareketin Özü

Enternasyonal birlik için revizyonizmle amansız mücadelenin kaçınılmazlığını ve sorumluluğunu açıklarken içte başlayan ve dünyaya yayılan bir seyirden söz ettik. Proletaryanın ulusal karakteri gene onun enternasyonal karakterine doğru değişim içeren bir öze sahiptir dediğimizde de bu özelliği vurguladık. Gelişme olanaklarını bugüne kadar farklı dönemlerde farklı kıtalarda ve hatta ülkelerde yakalayan MLM’nin her gelişimi sonuçta tüm dünya proletaryasına mal olmuştur. Paris Komünü derslerinden çıkarılan ilkeler tüm dünya komünist hareketinin uymak zorunda olduğu ilkelerdir. Bu ilkeler, çeşitlenen, derinleşen ve eklenen ilkelerle birlikte komünist olmanın şartlarını içerir. Marks ve Engels Avrupa’da gelişen devrimci proleter hareketin kurucu önderleri olarak tanınmışlarsa da onlar tüm dünya proletaryasının, dünyaya yayılan tüm komünist hareketin kurucularıdır. Dünyanın herhangi bir ülkesindeki bir komünist, ülkesindeki toplumsal koşulları halen ve elbette komünizme kadar da onların geliştirdiği yöntemlerle ve belirledikleri ilkeler ışığında anlamaktadır. Göz ardı edildiklerinde toplumsal ilerlemenin yasaları da göz ardı edilmiş olur. Burada meselenin “kişilere bağlılık” değil, ama kişilerde somutlaşan bilimsel ideolojiye, devrimci yönteme ve çizgiye bağlılık olduğu açık olmalıdır…

Bir ülkedeki devrimin önderliğine soyunmuş olmakla birlikte, Lenin onun proleter dünya devriminin bir parçası olduğuna dikkat çeker. Bir ülkede devrimi kesintisiz sürdürmekten sorumlu proleter hareket bu süreci komünizme kadar, bütün ülkelerde devrimler kesintisiz olarak sürdürülüp sınıflar savaşı tamamlanana kadar devam ettirecektir. Sınıfsız ve sınırsız toplum hedefi proleter her hareketin ve tabii devrimin de ortak hedefidir. Bu nedenle “proleter dünya devrimi” kavramı Marksist-Leninist-Maoisttir, tüm hareketin varacağı nokta olarak onun özüdür.

Tüm Farklı Yollardan Aynı Çizgi Devrim

Proletaryanın tüm ülkelerde iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizmi inşa etmesinin hangi yollarla gerçekleşeceği hakkında Marksizm başlangıçtan itibaren tartışma halindedir. Gelişmeler ilk tezleri geçersiz kılmakla birlikte değişmeyen şey proleter hareketin bir enternasyonal hareket olduğu ve tüm dünyada “aynı çizgi” üzerinde hareket edeceği görüşü olmuştur. Kuşkusuz bu “aynı çizgi” devrimlerin ulusal düzlemdeki stratejik farklılıklarını, farklı mücadele biçimlerini, farklı yollarını, apayrı taktiklerini kapsar niteliktedir.  Örneğin her ülkede köylülük devrimle farklı düzeylerde ve biçimlerde ilişkilenecektir. Bir ülkede emperyalist sömürü nedeniyle burjuvazinin belli bir kesimi, elbette belli koşullarda devrime sempati duyacak, kendi çıkarlarını geçici de olsa proleter hareketin geniş saflarında bulacakken başka bir ülkede burjuvazi devrimin baştan sona düşmanı olarak hareket edecektir. Mücadele biçimleri ilgili ülkenin tarihsel gerçekleri ve toplumsal bilincince belirlenebilir. Lenin’in vurguladığı gibi komünistler mücadele biçimi icat etmezler, mücadele biçimlerini aynı çizginin bir parçası olarak sadece genelleştirirler. “Aynı çizgi”den kasıt proleter dünya devriminin parçası olmaktır.

Marksizm’in ilk sürecinde Marks ve Engels devrimin en gelişmiş kapitalist ülkelerde aynı dönemde gerçekleşeceğini savundular. Bu dönemde kapitalist ekonominin gelişimi esas olarak, Stalin yoldaşın ifadesiyle yukarı yönlüydü ve buna koşut güçlenen bir işçi hareketi söz konusuydu. Marks ve Engels komutasında komünistler kriz koşullarında, bunun bir parçası olarak kendiliğinden gelişmekte olan işçi hareketine doğru bir çizgide önderlik edildiğinde, tüm Avrupa’da bir proleter devrimin olanaklı olduğunu öngörerek devrim için örgütlendiler. Hareketin daha başlarında enternasyonal bir örgütlenme için çalışmaları da bu yaklaşımın bir sonucuydu. Devrim beklentisi gerçekleşmedi. Marks henüz yaşarken dünya devriminin merkezi değişmeye başlamış, geri ekonomik koşullardaki Rusya’da devrimci durum tartışılır olmuş, dolayısıyla ekonomik olarak geri koşullarda da sosyalizmin olanakları gündemleşmişti. Bu tartışmalarda da Marks ve Engels’in devrim olanaklarına her zaman ilgiyle baktıklarını, belirgin bir heyecanla bu olanaklardan yararlanmaya kafa yorduklarını görürüz. Bu, onların Avrupa’daki gelişkin koşulları ihmal ettikleri anlamına gelmiyor. Aksine onlar daha geri ekonomik şartlardaki bir ülkedeki devrimin Avrupa’daki proleter hareket için itekleyici olacağına ve ancak Avrupa’daki proleter devrimle bu ülkelerde sosyalizmin olanaklı olduğuna dikkat çekmekten vazgeçmediler. Bugün yorumlandığında bu yaklaşımın “Avrupa merkezli bakış açısı” olduğu ileri sürülebilir -ki bu bir sav olarak birçok kimse tarafından ileri sürülmüştür. Oysa gerçek durum bu değildir. Marks ve Engels’te tek bir bakış hâkimdir: bilimsel, proleter bakış açısı. Onlar devrime proletaryanın önderliğini proletaryanın en güçlü, en örgütlü yerler olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde mümkün gördüler. Eğer komünist hareket hazırlıklı olabilseydi Avrupa’daki devrimci sürece proletarya önderlik edebilirdi. Nitekim önderliğine rağmen Paris Komünü bu yolda atılmış muazzam bir adımdı. İşçi hareketinin, iktidar için mücadelesindeki ilk mevzii olan Komün ondan sonraki mücadelelere ışık oldu. Bu ışık başından itibaren proleter dünya devriminin yolunu aydınlatmaktaydı.

Bu yol yüründükçe ve sınıflar mücadelesi geliştikçe büyüyen, zenginleşen bir yoldu. Lenin Komün’ün derslerini temel alarak yeni koşullarda proleter dünya devriminin rotasını yeniden çizdi. Kapitalizmin yeni bir aşamaya geçmesiyle yeni koşulların geliştiğini, Avrupa’dan beklenen devrimin yerini geri ekonomik koşullardaki ülkelerdeki devrimlerin aldığını tespit etti. Sosyalist devrimin ve sosyalizmin inşasının tek ülkede de olanaklı olduğunu, farklı devrim aşamalarından geçecek ülkelerdeki devrimlerin de proleter dünya devriminin parçası haline geldiğini, devrimlerin aşamalı ama kesintisiz sürdürülmesi gerektiğini açıkladı. Marksizm’in Avrupa merkezli gelişimi yeni koşullarda hızla Avrupa dışına, Asya’ya, Güney Amerika’ya, hatta Afrika’ya taştı. Leninizm’le birlikte Marksizm’in bir dünya devrimi teorisi ve pratiği olduğu gerçeği genişleyen bir pratik değer kazandı ve kesin biçimde oturdu.

Paylaşım Savaşında Acizleşen “Komünistler”

Bu değişimi ve gelişimi kavrayamayan birçok “Marksist” dönekleşti, bunların işçi sınıfına ihanetinin açık hal aldığı koşullar pazarlar üzerindeki hâkimiyet kavgasına dayanan emperyalistler arası savaş koşullarıydı. Bu koşullarda bu eski Marksistler ülkelerindeki burjuvazinin saflarında konumlandılar, proleter dünya devriminin yerine emperyalizmin kapitalizmi dünyaya yayarak dünya işçi sınıfı için iktidarın koşullarını geliştirmesi ilkesini koydular! Proletaryanın devrimci inisiyatifini reddeden bu dönekler üretim araçlarının gelişmesiyle devrimlerin kendiliğinden gelişeceğini savundular. Revizyonizmin bu tipik yaklaşımı bir sınıf olarak proletaryanın devrimci inisiyatifini reddetmeyi içerir. Bu reddedişin pratik karşılığı burjuvazinin inisiyatifine boyun eğmektir.

Bernstein ve Kautsky’de somutlaşan bu döneklik, sonrasında Zinovyev’de, Troçki’de, Stalin yoldaşın ölümünden sonra Kruşçev’de, Mao yoldaş döneminde ve sonrasında da Lin Biao, Çu Enlay, Hua Kuafeng’de görüldü. Bunların her biri sınıf savaşımının keskin zamanlarında proletaryanın devrimci inisiyatifini ya küçümsediler ya da reddettiler. Onun yerine kendileri için daha güvenilir burjuvaziyle iş birliği yolunu seçtiler. Günümüzdeki ihanetler de aynı içerikte gerçekleşmektedir.

Günümüzde Koşullar ve İhanet

Vasat bir liberal ekonomist olduğu halde “tarihin sonu” ile nam salan Fukuyama’yla da anılan “yeni küresel ekonomi” bilindiği üzere ABD’nin “yeni dünya düzeni” projesine denk gelir. Emperyalizmin geçici istikrarından da nemalanan bu süreçte bir sosyal emperyalist devlet olan SSCB’nin tasfiye edilmesi egemenlere ciddi bir kazanım sağlamıştı. Proleter hareket için bu koşullar zorlu geçti. 1980’lerde girilen soğuk tünelin sonuna 2000’li yıllarda gelindi. Sosyalizmin başarısız bir deneyim olarak tarihe gömüldüğü iddiası, büyük söylencelerin (ideolojilerin) bittiği, egemenlerce belirlenen “birey” haklarına sıkıştırılmış özgürlük anlayışı, tek kutuplu, çatışmasız bir dünya ham hayali bu yıllarda artık birer safsataya dönüştü.

Ekonomik açıdan ABD’deki koşulların hiç de umulduğu gibi gelişmediğini, krizin sürekliliğini 2000’li yıllarda gördük. Gene Avrupa Birliği’nin özellikle ortak para birimine geçildiğinde, insanlık için bir model olduğu ileri sürülürken bir süre sonra bunun “eşitlerin birliği” bir birlik olmadığı, kendi içinde aşılamaz nitelikte çelişkiler taşıyan, üstünlerin egemenliğinde bir diktatörlük olduğu gözler önüne serildi. Bugün, İngiltere’den sonra da Avrupa Birliği’nden memnun olmayan devletlerin birlikten “çıkış” yolu aradıkları, kendi yollarını belirleme ihtiyacı hissettikleri görülmektedir. Yunanistan, İtalya ve Fransa’da bu ihtiyacı ortaya koyan partilerin dünden daha fazla tercih edilmeye başladıkları ve güçlendikleri somut bir gerçeklik. Avrupa Birliği’nin insanlık için bir model olmadığı, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm çalışan kesimlere tasarruf tedbirleri adı altında “mali disiplin” ve yoksulluğu dayatan bir zorba siyasi araç olduğu inancı gelişmektedir.

2008’de bankaları kurtaran ve bir trilyon doları geçen yardımlar halkların aleyhine işleyen bir sistemi apaçık deşifre etmişti. Yüksek riskli yatırım fonlarının neden olduğu büyük mali kayıplar tüketime ve borca dayanan ekonomik sistemlerde derin bunalımlara yol açtı. Halklara halen bunun bedelleri ödetilmektedir. Kuşkusuz bu bedel sadece Avrupa halklarına değil emperyalist politikalar sonucunda bu bedeller ezilen ülkelerdeki halklara da fazlasıyla ödetilmektedir. Dünyanın dört bir yanında halklar özel mülkiyete dayanan büyük hırsızlığın bedelini yoksullaşarak daha yoğun sömürüye mahkûm olarak ödüyorlar…

Bu süreçte yoğun sömürü kadar halkların öfkesi de arttı. Siyasi sistemlerin meşruluğunu sorgulayan halklar tüketim güdülü bireyciliği özendiren kapitalist ideolojiye karşı koymaya yöneldiler, aynı zamanda sistemin politik yapısından da dışlandıklarını fark ettiklerini gösteren tavırlar geliştirdiler. Özellikle doğanın yoğun biçimde tahrip edilmesine, yaşam alanlarının tüm canlılar için birer mezar çukuruna dönüştürülmesine itirazlar yükselttiler, güdüklüğünden ötürü sonuçta başarısız da olsa bunun için örgütlendiler. Uzun yıllar sonra kitleler ayaklanmalara, isyanlara giriştiler, bu yolla ilerlenebilineceğine dair fikirlerle tanışıp bunlara sempati duydular. Eski fikirlerden, yaşam tarzından kopmanın işaretleri görüldü. Elbette bunlar başlangıçtaki bir harekete dairdir. Halkların genel gerçekliğinin henüz altüst olmadığı, gençliğin sürüklendiği bataklığın onları henüz içine hapsettiği bir gerçekliktir.

Tek kutuplu dünya manipülasyonunu da berhava eden bu gelişmeler bize dünya devrimi hakkındaki MLM tezlerin önemini bir kez daha göstermektedir.

İhanetin Türlü Biçimleri

Yenilgiler, egemen burjuvazinin, üstelik de hemen her yere yerleşmiş ajanlarıyla çeşitli seviyelerde ve biçimlerde yaydıkları Marksizm’e ve Marksistlere yönelik ithamlar ve bugün de devrimci harekete, özellikle de bundan bağımsız değerlendirilmemesi gereken, kitlelere sindirilmiş karamsarlık karşısında yetersiz kalındığı bir gerçekliktir. Kuşkusuz bunu ifade ederken Marksist ilkelere bağlı kalarak kızıl bayrağı dalgalandıran ve başarılar elde eden proleter hareketlerin varlığını es geçmiyoruz. Umudun yüksekliğinde onların büyük payı vardır. Dolayısıyla sadece koşullardan kaynaklanan bir sorundan bahsetmediğimiz net olmalıdır. Sonuçta Marksist hareket bilimsel bir kılavuza, proleter ideolojiye sahiptir, o diyalektik materyalisttir. Koşulları hareket lehine değerlendirmekte yeterince kanıtlanmış bir yönteme sahiptir. İlkelerine bağlı kaldığında Marksist hareketin esasen ilerleyeceği tarihsel bir gerçekliktir. Zira en zor ve zayıf olduğu koşullarda geliştirilmiş bir önderlik, örgütlenme ve askeri çizgisi vardır. MLM genel olarak “koşulların uygun olduğu” şartlarda gelişmemiştir; aksine MLM burjuva diktatörlüğünün en gerici koşullarında, devrimci iradenin gereğini yerine getirerek gelişmiştir…

Dünya üzerinde egemenlik burjuvazidedir. Emperyalizm tüm ülkelere kök salmış bir biçimde yoğun bir sömürü ve talan ile halklara zulmetmeye devam ediyor. Bunun büyük bir güç olduğu şüphesizdir. Bununla birlikte o saldırgan bir güçtür. Onun bu saldırganlığı aynı zamanda güçsüzlüğünü, çaresizliğini, en önemlisi de yenilgiye mahkûm oluşunu içinde taşıdığını gösterir.

Burjuvazinin bu mahkûmiyeti hakkında karar verilmelidir. Kararı halk, öncelikle de halklara önderlik edecek proletarya vermelidir. Komünistlerin amacı bu kararı aldırmak ve uygulatmaktır. Revizyonizmle bu karar özelinde defalarca karşı karşıya gelinmiştir. Bunun en ünlü biçimlerinden biri “barış içinde yaşama” tezi hakkındaki tartışmalardır.

Bu tartışma bizi proleter dünya devrimine yaklaşımdaki ilkesel meselelere götürür. Enternasyonal örgütlenmenin gündeminde bu meselelerde ustalaşmalıyız.

Barış İçinde Yaşamak Mı?

Lenin’in “barış içinde bir arada” yaşama tezini sosyalist ülkelerin kapitalist sisteme ait devletlerle ilişkisini tanımlamak üzere geliştirdiği bilinir. Bu tez revizyonizm tarafından çarpıtılmıştır. Bu çarpıtma halkı devrim için örgütleme çizgisine yöneliktir. O barış içinde bir arada yaşamayı toplumların temel yasası olarak tanımlamış, devrim için örgütlenmeyi inkâr eden bir hat oluşturmuştur.

Burjuvazi, her türden akımıyla halkların devrim için, iktidar için örgütlenmesini ve mücadelesini engellemek ister. Buna, tabii ki komünist hareket içindeki uzantıları da dahildir. Barış içinde bir arada yaşama tezi birçok kez komünist hareketin tartışma konusu olmuştur. Hiç şüphesiz bu, farklı biçimler alarak devam edecek bir tartışmadır.

Emperyalizm hakkındaki tartışmalarda, yarı feodal ekonomik ilişkilerin emperyalist hegemonya altında, yarı sömürge/yeni sömürge ilişkiler ağı içinde tasfiyesi, yarı sömürgelerdeki iş birlikçi feodal ve burjuva unsurların kuyruğuna takılma, ulusal kurtuluş için mücadele eden hareketlerle ilişkiler gibi sorunlarda temel mesele devrim için örgütlenme çizgisini savunmaktır. Söz konusu sorunların her birinde burjuva akımlara yön veren anlayış çarpıtılmış haliyle “barış içinde bir arada yaşama” anlayışıdır.

Lenin barış içinde bir arada yaşama tezini asla ulusal veya uluslararası düzlemde komünist hareketin sınıf mücadelesinin yerine koymamıştır. Marks ve Engels gibi o da her zaman proleter devrimin olanaklarına kafa yormuş ve tespit ettiği her olanağı bu mücadelenin geliştirilmesi yönünde kullanmıştır. Onun barış içinde bir arada yaşama tezinin de aynı öze sahip olduğu kuşkusuzdur. Sosyalist bir ülkenin kendi dışındaki kapitalist ülkelerle ilişkiler kurma zorunluluğundan kaynaklanan bu tez geniş halk yığınlarının, ezilen ulusların kendilerini köleleştiren emperyalizme ve onun iş birlikçilerine karşı mücadelelerini ilgisizliği içermediği gibi, tam aksine bu mücadelelerin desteklenmesini kapsar. İki veya daha çok ülke arasındaki ilişkiler bu tür mücadelelere rağmen var olurlar. Tıpkı bugün aynı emperyalist sistem içinde yer almakla birlikte birbirine düşman (ya da rakip!) ülkelerin devam eden ilişkileri gibi. Barış koşullarındaki ilişkilerin tamamen bozulması ve bir savaş ilişkisine dönüşmesi elbette her zaman mümkündür. Leninist tez tam da bunu engellemek için geliştirilmiş bir tezdir. Stalin yoldaşın bu tezi politik düzlemde 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde, sırasında ve sonrasında ihmal etmeden, itina ile uyguladığını hatırlamak gerekir. Özellikle Troçkistler tarafından tarih çarpıtıcılığı yapılarak onun bu başarısı gölgelenmek istense de gerçek olan şey Stalin önderliğindeki SSCB’nin halkların ve ezilen ulusların mücadelelerini, hiç kuşkusuz onların yerine kendisini koymak anlayışından uzak olarak desteklemiştir. Buradaki temel nokta her halkın ve ulusun mücadelesinin onun kendi mücadelesi olmak zorunda olmasıdır. Bunu ihmal eden bir yaklaşım komünist anlayışa uygun olmadığı gibi gerçek enternasyonalizm de değildir. Lenin yoldaşın dikkat çektiği gibi ilkin kendi ülkendeki komünist çizgiyi geliştirmek ve ikinci olarak başka ülkelerdeki aynı çizgiyi desteklemektir gerçek enternasyonalizm.

Bu anlayış proleter dünya devriminin savunulasında, uygulanmasında temeldir. Bu anlayışı savunmaya devam edeceğiz.

Okumaya devam etmek için:
Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-II
Proleter Dünya Devriminin Koşulları ve Komünist Sorumluluk-III