[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Yazıyı dinle “]
İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM EMPERYALİZMİN DAYATMASIDIR
Filistin sorunu, Yahudi sorunu ile iç içe geçmiş, emperyalizm çağına özgü bir ulusal sorundur. Bu yönüyle tarihte eşi görülmemiş özgünlükler taşımaktadır. Ne İsrail klasik bir sömürgecidir ne de Filistin klasik bir sömürgedir. İsrailliler ve Filistinliler tek bir ülke üzerindeki iki ulustur. İsrail devletinin kurulmasına emperyalizm ön ayak oldu. Dönemin hegemonik emperyalisti İngiltere’nin “Orta Doğu’da ileri bir karakol” ihtiyacına uygundu. Yahudilerin tarihsel olarak da sahiplendiği Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması gerektiği ve kurulacağı bu devletin kurulmasından yaklaşık 50 yıl önce savunuluyordu. Theodor Herzl’in “Yahudi Devleti” adlı kitabı 1918 yılında yayımlandı ve bu kitapta savunulduğu gibi kuruldu İsrail! Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ve sonrasında Filistin’e yerleşen Yahudiler, Balfour Deklerasyonu (Balfour Deklarasyonu I. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde, Lloyd George’un başbakanlığındaki Britanya kabinesinde görevli Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un öncülüğünde Yahudi devletini kurmak için başlatılmış bir girişimin sonucudur. 1917’de duyurulmuştur) ile belli haklar ve güvenceler elde etmişlerdi. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sona ermesi ve Nazilerin özellikle Yahudilere uyguladığı soykırımın (Holokost) tüm dünya tarafından öğrenilmesi ile birlikte Yahudiler lehine oluşan kamuoyu bu süreçte atılan adımları esasen destekledi. İngiltere’den hegemonyayı devralan ABD de İngiltere’nin “ileri karakol” siyasetini somutlaştırmak için İsrail’in kuruluşunu desteklemiş ve 1948’te İsrail kurulmuştur. İsrail, “Filistinliler topraklarını Yahudilere sattıkları için” değil emperyalizmin bölgede bir İsrail’e ihtiyacı olduğu için kurulabilmiştir. Bazı çevrelerin iddia ettiğinin aksine Filistinlilerin Yahudilere sattıkları toprak çok düşük miktardadır. İsrail 1948’den günümüze tüm toprak kazanımlarını zora dayalı bir biçimde elde etmiştir.
Aynı toprak parçası üzerinde var olmaya çalıştıkları için klasik sömürgeciliğin aksine İsrail’in dayanabileceği iş birlikçi bir toprak sahipleri sınıfı Filistin’de bulunmamaktadır. Zira, İsrail siyasi hegemonya ve sömürü değil toprak, hatta bir ülke istemektedir. Bu da Filistin ulusunun, istisnalar hariç topyekûn İsrail’e karşı konumlanmasına yol açmaktadır. Bu, Filistin sorununun özgün yanıdır. İsrail’in yürüttüğü ilhak politikası Filistinlilere uzlaşmak gibi bir seçenek sunmamaktadır. Bu da ulusal mücadelenin kapsamını ve şiddet düzeyini etkilemektedir.
İsrail’in bir biçimde kurulması, emperyalistlerin amacı hiçbir zaman bu olmasa da belki Yahudilerin uğradığı tarihi haksızlıkları “telafi” etmiştir fakat bu sefer de modern çağın en büyük haksızlıklarından birine, Filistinlilerin topraklarından sürülmesine neden olmuştur. Filistin sorunu emperyalizmin Orta Doğu’da uyguladığı “böl ve yönet” politikasının Filistinlilerin payına düşen trajik bölümüdür. İsrail’in kurulması ile emperyalizm, Orta Doğu’da halkları kalıcı bir biçimde bölmüş ve Yahudi-Arap düşmanlığını diri tutarak bölgeyi yönetmek için uygun koşulların oluşmasını sağlamıştır. Emperyalizm Orta Doğu halklarını bölmüş, birbirlerine karşı kışkırtmış ve tüm tarafları ama özellikle İsrail’i kendine mecbur bırakarak bölgeyi istediği gibi biçimlendirmiştir. Bu açıdan ele alındığında Filistin sorunu, uluslararası konjonktürü, bu konjonktürdeki emperyalist politikaları, emperyalistler arası çelişkileri ve halkların konumlanışının izlenebileceği bir ayna niteliğindedir.
Filistin devrimci ulusal mücadelesinin geçirdiği evrim, emperyalizmin bölge politikalarının gelişimine paraleldir. 1948’te İsrail kurulduğunda Filistinlilerin bir bölümü topraklarından zorla çıkarılmışlardı. Topraklarını terk etmek zorunda kalan Filistinlilerin büyük bir kısmı Ürdün’e göç ettiler. Ürdün gerçekte tarihi Filistin’in bir parçasıdır. Ayrı bir devlet olarak örgütlenmesini tarihi Filistin’in bölünerek Filistinlilerin parçalanması ve İsrail için gelişebileceği, bölgede güvenli, siyasi koşulların yaratılmasını hedeflemişti. Ürdün, Filistinli olmayan yerel Arap aşiretleri ile bölgeye Osmanlı döneminde yerleştirilmiş Çerkezlerin bir konfederasyonu olarak kuruldu. Ürdün’e göçmüş Filistinli sürgünler kısa sürede Ürdün toplumsal hayatında etkin hale geldiler, Ürdün’ün siyasi gündemini Filistin merkezli belirlemeye başladılar. Bu durum Kral Hüseyin’in tahttan indirilme girişimine kadar vardı. Bunu fırsat bilen ABD ve Ürdünlü egemenler İsrail’in yaptıkları ile boy ölçüşebilecek bir katliamla Filistinlileri Ürdün’den çıkardılar. Ürdün’den çıkarılan Filistinliler çoğunlukla Lübnan’a geçtiler. Filistinlilerin Ürdün siyasetinde kısa sürede geliştirdikleri etkinlik göstermiştir ki İsrail’in yaşayabilmesi için Ürdün’ün de yaşaması ve Filistinlilerin bir bölgede yoğunlaşmamaları gerekir. Aksi takdirde “büyük-tarihi Filistin” kurulabilir ve prematüre dönemdeki İsrail’i boğabilirdi. Ürdün sürgününden sonra emperyalizmin Filistinlilere dönük siyasetinin bir ayağını da Filistinlileri mümkün olduğunca farklı ülkelere dağıtmak oldu. Nitekim 1950’li yıllardaki Lübnan-İsrail savaşı sürecinde de Lübnan’da bulunan Filistinlilerin bir bölümü Tunus’a göç ettirildi. Ürdün’den çıkarıldıktan sonra Filistinlilerin ve Filistin devrimci ulusal hareketinin merkezi Lübnan’a kaydı.
1960’lı yıllar uluslararası konjonktürün değişmeye, devrimci dalganın yükselmeye başladığı yıllardır. Sömürge ve yarı sömürgelerde ulusal bağımsızlık savaşları yükselişe geçmiş, Çin’de Büyük Proleter Kültür Devrimi, Avrupa ve Amerika’da ’68 Hareketi gibi büyük altüst oluşlar yaşanmaya, halk kitlelerinin devrimci-komünist fikirler etrafında birleşerek ulusal ve uluslararası siyasete katılımı da belirgin bir biçimde artmıştır. Bu süreçte Filistin devrimci ulusal hareketinin çehresi de değişti. O tarihe kadar İsrail’e karşı daha çok barışçıl temelde yürütülen mücadele silahlı, gerilla mücadelesi biçimini almaya başladı.
Bu dönüşümde Karameh zaferi, Filistin tarihinde müstesna bir yere sahiptir. El-Fetih’e bağlı gerillalar İsrail ordusunun Lübnan sınırını geçerek başlattığı saldırıyı Karameh’te durdular ve İsrail ordusunu geri çekilmeye zorladılar. Askeri anlamda küçük bir sınır çatışması olarak tanımlanabilecek bu çatışma Filistin halkına büyük bir özgüven kazandırmış ve 1948’ten itibaren etkin olan pasif direniş çizgisini kırmıştır. Karameh zaferi Filistin devrimci ulusal hareketi içerisindeki dengeleri de değiştirmiştir. Suudi etkisinde, pasif direniş çizgisindeki örgütlerin etkin olduğu FKÖ’de siyasi önderlik silahlı direniş çizgisindeki örgütlere geçmiştir. Arafat, FKÖ’nün yeni lideri, El- Fetih de hızla büyüyerek Filistin devrimci ulusal hareketinin en büyük örgütü haline gelmiştir.
Filistin devrimci ulusal mücadelesi 1960’lardan ‘90’ların sonuna kadar inişli çıkışlı bir grafik sergilemekle birlikte bu çizgide gelişmiş ve sürdürülmüştür. Bu çizgi devrimci-silahlı bir askeri hattın yanı sıra devrimci-demokratik, laik-seküler, yüzü sosyalizme dönük bir Filistin inşa etme perspektifini benimsemişti. Bu çizgideki ilk büyük kırılma Camp David Anlaşmasıyla (1978) oldu. El-Fetih Camp David’de ABD ve İsrail ile uzlaşmış, emperyalizmin bir dayatması olarak iki devletli çözümü kabul etmiş, Filistin’in bağımsızlığını belirsiz bir geleceğe ertelemiştir. Camp David Anlaşması Filistin halkı tarafından benimsenmemiştir. El-Fetih de anlaşmayı imzaladıktan itibaren ciddi bir itibar kaybı yaşadı. Filistin devrimci ulusal hareketi içerisinde yer alan örgütlerin büyük bir kısmı Camp David’e karşı çıkmış ve El-Fetih içindeki bazı gruplar dahil, II. İntifada’yı başlatmıştır.
Hamas, Filistin tarihine II. İntifada ile girmiştir. Hamas, Müslüman Kardeşler’in Filistin kolunun gençlik örgütlenmesidir. II. İntifada’ya kadar bu formatta faaliyet yürütmüştür. İsrail tarafından açıktan desteklendiği bilinmektedir. Hamas İsrail hapishanelerindeki Filistinli direnişçilere karşı İsrail ile iş birliği yapmıştır. II. İntifada’nın başlaması ile birlikte Hamaslı gençler silahlı mücadeleyi başlatmak gerektiğini ileri sürmüşse de bu önerileri Mısır’daki Müslüman Kardeşler merkezi tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine Hamas, Müslüman Kardeşler ile ilişkisini kesmiş, bağımsız bir Filistin ulusal direniş örgütü olarak yoluna devam etmiştir. Kurucularından Şeyh Ahmet Yasin karanlık bir geçmişe sahiptir. İsrail ve ABD ile ilişkisi olduğu bilinmektedir ancak silahlı direniş çizgisini benimsedikten sonra İsrail tarafından katledilmiştir.
Camp David Anlaşması ‘60’lar ile birlikte yükselişe geçen devrimci dalganın gerilemeye başladığı bir süreçte imzalanmıştır. Akabinde 1990-1991’de Varşova Paktı ve SSCB çözülmüş, daha öncelere dayansa da komünizmin kapitalizm karşısındaki “ilk büyük siyasi yenilgisi” kesinlik kazanmıştır. “Tarihin Sonu”na gelindiği günlerde ABD ve İsrail de Filistin ulusal direnişini geriletmek için harekete geçmiştir.
I. İntifada inişli çıkışlı bir biçimde ‘90’ların sonuna kadar sürdü. Bu süreçte Hamas, İsrail’e yönelik askeri saldırıları yükseltmiş olmakla birlikte Filistin devrimci ulusal hareketine hâlâ El-Fetih ve diğer devrimci-demokratik örgütler önderlik etmekteydi. İsrail saldırılarının hedefinde bulunan asıl güçler de bunlardı. Birçok devrimci-demokrat ve komünist İsrail saldırılarında katledilmiş, bu örgütler önderlik kademelerinden ciddi kayıplar vermiştir. Filistin Komünist Partisi lideri Mustafa Bargati Ramallah’taki ofisinde katledilmiş, El-Fetih’teki direniş çizgisinin önderlerinden Mervan Barguti ve FHKC’nin lideri Ahmed Saadet esir edilmişlerdir ve hâlâ İsrail hapishanelerinde tutulmaktadırlar.
ABD’nin 2003 Irak işgali ile birlikte BOP’a hız vermesi ile bölgede Müslüman Kardeşler’in genelde siyasi İslam’ın önü açılmıştır. II. İntifada sürecinde Filistin ulusal devrimci mücadelesinden kendine bir yer açmayı başarmış olan Hamas, BOP sonrası Filistin siyasetine etkin bir biçimde dahil edildi. Hamas’ın Filistin siyasetinde emperyalistlerce desteklenmesi bir vaka ise El-Fetih’in Filistin davasından uzaklaşması ve kısmi iktidar olanakları ile hızla yozlaşması da bir başka vakadır ve Hamas’ın Filistin siyasetinde hızla yükselmesine katkı sunmuştur. Hamas seçime katılmış ve kazanmıştır. Seçimle kazandığı olanakları Filistin halkı içinde iktidarını tesis etmek için kullanmış, siyasi rakiplerine baskı uygulamıştır.
Bu siyaset tarzı Filistin halkı içinde karşılık bulmadı. Filistin’in şer’i hükümlere göre yönetilmesine izin verilmedi, Filistin halkı geleceğine sahip çıkarak Hamas’a dur dedi. Bu atmosferde gerçekleşen 2005 seçiminde Hamas Gazze haricinde çoğunluğu sağlayacak bir sonuç elde edememiştir ve seçimi kaybetmiştir. Bu sonucu tanımayan Hamas, iktidarı devretmemek için siyasi sürecin tamamlanmasını sürüncemede bırakmış, en nihayetinde elde ettiği olanakları terk etmemek için 2007 yılında Gazze’de darbe yapmıştır. Hamas, Gazze’de El-Fetih ve diğer devrimci ulusal parti ve örgütlere saldırmış, onların Filistin halkını örgütlemesini engellemiştir. Gazze darbesi ve akabinde gelişen çatışmalarda Gazze’de yüzlerce Filistinli devrimci-demokrat, Hamas tarafından katledilmiştir. Hamas bu kanlı darbe ile Gazze’deki söz sahibi tek siyasi güç konumunu elde etti ve 2007’den günümüze Gazze’yi kafasına göre yönetti. Bu gelişmeden itibaren Hamas Gazze’de sıkışıp kaldı. Böylece, dayatılan iki devletli “çözüm” yönünde ilerleyen Filistin sorununun geleceğinde Hamas etkisiz bir eleman olma “tehlikesi” ile karşı karşıya kaldı. Onu 7 Ekim taarruzuna mecbur bırakan durum bu sıkışmışlık ve sorunun geleceğinden dışlanmadır.
İki devletli “çözüm” başından itibaren emperyalizmin “çözümü” olarak gündeme gelmiş ve dayatılmıştır, bölgedeki iş birlikçi devletlerce de savunulmuştur. İsrail ise bu “çözüm”e Ürdün ve Arap devletlerinin bağımsız Filistin’e yaratacağı stratejik derinlikten kaynaklı karşı çıkmıştır. 1948’den günümüze uyguladığı sistematik ilhak ile Filistin’den geriye pek bir şey bırakmamaya gayret etmiştir. Filistinli komünistler ise tek devlette ısrar etmişlerdir.
Günümüzde Filistin bırakalım 1948’deki sınırlarını, 1967 sınırlarına dahi sahip değildir. Filistin olabildiğinde sınırlandırılmıştır ve bu devam eden bir sınırlandırmadır. Gazze’deki küçük bir sahil şeridi ile Batı Şeria’daki küçük yerleşimlerden ibarettir Filistin! Bu koşullarda kurulacak “bağımsız” bir Filistin’in gerçekten bağımsız olması mümkün değildir. Filistin tamamen küçük üretime ve tarıma mahkûm edilmektedir. Böyle bir “bağımsız” Filistin’in ticaret ve üretim için gerekli kaynaklara ulaşması İsrail ve Ürdün’ün insafına kalacaktır. Buna rağmen Filistin devletinin varlığı İsrail için yakın bir tehdit sayılacak, uluslararası güç dengelerindeki olası değişimler İsrail’i diken üstünde tutacaktır. Bu nedenle İsrail, Filistin’den geriye bir şey bırakmak istememektedir.
7 Ekim taarruzu, gelecekte bir Filistin kantonu olarak varlığını sürdürecek ve Filistin’in dünyaya açılan kapısı olma potansiyeline sahip olacak Gazze’den “kurtulmak” için İsrail’e aradığı “fırsatı” sundu. İsrail’in bu fırsattan yararlanabilmesi Gazze halkının direnişine, Dünya halklarının Filistin ile dayanışma düzeyine ve emperyalistler arası çelişkilerin düzeyine bağlıdır.
İsrail egemenlerinin en gerici, en şoven kliklerinin çözümü Filistin’de geriye bir şey bırakmamaktır. Filistinli en gerici, en şoven kesimlerin çözümü de tüm Yahudilerin Filistin’den kovulmaları, en iyi durumda ikinci sınıf vatandaşlar olarak yaşamayı (şeriata uygun olarak) kabul etmeleridir. Oysa İsraillilerin dönebilecekleri bir anavatanları yoktur. Bu da İsrail’in yok edilmesinin Yahudi halkına karşı yeni bir tarihi haksızlığın yapılması anlamına gelecektir. Yahudilerin uğradığı tarihi haksızlıklar Filistinlilere yeni bir tarihi haksızlık yapılarak “telafi” edilmişti. Şimdi Filistinlilere yapılan haksızlığın Yahudilere yeni bir haksızlık yapılmadan milliyetçi temelde tam anlamıyla çözülemeyeceği gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Açıktır ki akan bunca kan, yapılan bunca haksızlık her iki taraf için de düşmanlığı kalıcılaştırma eğilimini güçlendirmiştir ve milliyetçiliğin bu konuya getirmek istediği “kesin” çözüm, karşı tarafın toptan yok edilmesidir. Bu bir çözüm değildir.
Soruna halkların kardeşliği temelinde getirilebilecek yegâne çözüm tek devlette iki milletli çözümdür. Filistin sorunu ancak ulusların tam hak eşitliğine dayalı, ÖAH’nın güvence altına alındığı sosyalist bir devlet çatısı altında çözüme kavuşabilir, bu sosyalist devlet Filistin ile İsrail halklarının kardeşçe, güven içinde yaşadıkları bir toplumu kurup geliştirmelerinin önündeki engelleri kaldırılabilir ve yeni haksızlıkların yapılmasını önleyebilir.
Bu hedefe ulaşmak için Filistin proletaryası bağımsız Filistin mücadelesini tüm güçleriyle sahiplenmek, Siyonist İsrail işgalciliğine karşı her türlü mücadele biçimini yaratıcı biçimde kullanarak direnmek zorundadır. Hamas’ın yükselişinden çıkarılması gereken en büyük ders, bağımsız Filistin mücadelesini sahiplenmeden ve işgalcilere direnmeden Filistin halkını kazanmanın mümkün olmadığıdır. Bunu yaparken sırf herkes zorunlu askerlik yaptığı için bütün İsraillileri düşman gören çizgiye karşı mesafe koymayı başarmak, şoven milliyetçiliğe karşı şoven milliyetçi siyasetin yerine sınıf siyasetini ve sınıf kardeşliğini öne çıkarmalı, İsrail’in Filistin’i işgaline ve katliamlarına tutarlı bir biçimde karşı çıkmalı ve de Siyonizm’e karşı ideolojik mücadelede tavizsiz davranılmalıdır. Sadece bu çizgide yürütülecek bir mücadele Filistin ve İsrail proletaryalarının önderliğinde Filistin ve İsrail halklarını ortak çıkarlarda buluşturabilir, halkların emperyalizmin çıkarları için kullanılmasının önüne geçebilir.
Siyonizm ve siyasi İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Bu inanç merkezli iki ideoloji de İsrail ve Filistin egemenlerinin en gerici, en şoven kesimlerinin teorik ve siyasi çizgisini ifade etmektedir. Her ikisi de halklara daha fazla kan, gözyaşı ve ölümden başka bir gelecek vaat etmemektedir. Proletarya ise Filistin ve İsrail halklarına tam hak eşitliğine dayalı, özgürce ayrılma hakkının güvenceye alındığı, halkların kardeşliğinin gerçekleşeceği bir gelecek vaat etmektedir. Gerçekleşmesi dileğiyle…
Kaynak: 1. Ulusal ve Sömürgesel Sorun Üzerine V.I.Lenin 1. Baskı 1996 /İnter2.
2. Eserler 2.cilt Stalin 1. Basım 1989 /İnter
(BİTTİ)
Önceki yazı: Filistin Aynasında Orta Doğu’ya Bakmak: Bir Kez Daha Proleter Çözümde Israr Etmek-I