Kadının Kurtuluşu ve Revizyonizm: Hiçbir Renk Kızıllığımızı Kapatamaz

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü geride bıraktık. Görüyoruz ki 8 Mart’ı “yaşatanlar” müthiş bir bilinç bulanıklığına sahipler. Bu bulanıklık 8 Mart’a bir “Kadınlar Günü”, bir “Emekçi Kadınlar Günü” demeye kadar götürmüş. Bu isimlendirmenin “kapsayıcı” olmak için bir taktik olarak kullanılması ihtimalini bir kenara bırakarak somut olarak gördüğümüz revizyonist çizgiyi konu edeceğiz; çünkü revizyonizmle mücadele devrimimizin lehinedir ve doğru çizginin üretilmesine yardımcı olacaktır. Bu mücadele yalnızca karşıtını yok etmeyi değil aynı zamanda kendini geliştirmeyi de içinde barındırmaktadır. Durmaksızın doğruyu arama, açığa çıkarma, savunma ve aşma mücadelesi vermeliyiz ki devrimci çizgi muzaffer olabilsin. Devrim çizgiyi üretme ve yayma sorumluluğunu üstlenenlerin de gerilemeden ve buna yol açacak sorunlardan azade olmadığını bir an olsun unutmamalıyız.

Devrimci kadın örgütlerinde özellikle son 10 yıldır bazen utangaç bazen de cüretli bir biçimde feminist tutumların belirginlik kazandığını söyleyebiliriz. Açıklamalardan slogan ve dövizlere kadar gözle görülebilecek biçimde beliren bu tutumlar “artık” eğilim olma seviyesinin üzerine çıkmış, sınıf bakış açısının yerine cinsiyetçi bakış açısı konmaya başlamıştır. Kadın bakış açısı denerek meşrulaştırılan bu bakış açısının bilimselliği ise hiç tartışılmamaktadır. Ezilen kadının haklı isyanı düzen içiliğe sığan bir serzeniş seviyesine indirilmektedir. Burjuva kadının bakış açısıyla ortaklık sınıfsal bir problem değilmiş gibi kavranmaktadır. Feminizme karşı ideolojik mücadele tavsandıkça bu süreç feminist harekete yedeklenme, onun sözünden çıkmama/çıkamama ve giderek ona benzemeye evrilmiştir. Bizim de kimi zaman güçlü kimi zaman zayıf tartışmalarla bir parçası olduğumuz bu evrilme sürecinde Türkiye devrimci kadın hareketi ideolojik-politik olarak güç kaybetmiştir. Kadın hareketi gelişirken, kadın üzerindeki baskı her bakımdan gündemleşirken ve geniş bir kesim tarafından sorunlaştırılırken devrimci kadın hareketinin güç kaybetmesi gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Kadın örgütleri içinde “azınlık” konumda olmamız ve kendi içimizdeki birliği sağlayamamamız bunun önünü açmış; kimliğimizi, bize güç veren sınıf tavrımızı silikleştirmek bizi hareketsiz kılmıştır. Engellenen kimliğimize ne zaman sahip çıkacağız? 25 Kasım’da ya da 8 Mart’ta devrimci bir kadın “devrimci” kimliğini saklamak zorundaysa orada kadınların temsil edildiğini ya da kendini gerçekten ifade edebildiğini söyleyebilir miyiz? Devrimci kadın hareketinin yakın süreçte ayyuka çıkan bu problemli var oluşunu tartışmak kaçınılmazdır.

“Hiçbir kurumun tek bir kişiden daha fazla politik bir ağırlık taşımaması” istemi bu bakımdan değerlendirilmeye değerdir. Devrimci kadın hareketine yönelik “kendini görünmez kıl, ürkütüyorsun” uyarısını içeren bu istem feminizmin cüretine işaret etmektedir. Bu bir tür tecrit politikasıdır. “Bireyi koruma” masumiyetiyle dayatılan bu tecridin altında yatan şey nedir? Örgütlülüğü inkâr eden ve inkâr etmeyi dayatan bu mantıksız istemin kendisi “dar grupçu” değil midir? “Kadın” kimliği tüm sınıf ve kimliklerin önüne geçirilerek devrimci kadın örgütlerinin kadın kitlelerini önemsemediği -çünkü kadının kurtuluşunun devrimde olduğunu söylüyoruz!- havası yaratılmaktadır. Bu istemde örgütlü hareketin kitlelerin kendiliğinden hareketinin önüne geçmemesi gerektiği anlayışı vardır. Kişilerin önüne geçecek örgütlü hareket “darlaştırıcı” olduğu için istenmemekte, bu yolla kadın hareketinin “özgür” olacağı varsayılmaktadır. Peki bu doğru mudur? Kadının özgürleşmesi bireysel bir zeminde olmakla mümkün müdür? Örgütsüz ve devrimsiz bir kadın mücadelesinin ufku ve gerçekliği nedir? En sıradan bir harekette dahi örgütlü davranış ve birilerinin önderliği kaçınılmazken, zorbanın iktidarını hedeflemek kaçınılmazken “tek bir kişiden daha fazla politik ağırlık taşımamak” masum bir istek olabilir mi? Birey kadını örgütlü kadınla karşı karşıya koyan bu istek kimin isteği olabilir?

Bir kadının ilerici-devrimci ve örgütlü olması belli özelliklere sahip olmasından kaynaklanır. Bu “etiketler” birer içi boş unvan değildir, belli pratikler, somut biçimler içerir. Sözle, eylemle, davranışla somutlaşır. Dolayısıyla kendini ifade etme biçimi kaçınılmazdır. Kitlelerin içinde ilerici-devrimci olan mutlaka önde, yol gösterici olacaktır. Yani bu kabul edilse de edilmese de böyledir. Taşıdığımız başka hiçbir renk kızıllığımızı kapatamaz. Bu istemin “güçlü” ve açık biçimde gelmesi bir cürete işaret eder ve buna cüret edilmesini sorun etmiyoruz. Fikrini savunma cüreti iyi bir şeydir. Sorun, bu cürete karşı verilemeyen tepkidir. Bu noktada kendi kimliğini savunmama cüretsizliği önemli bir sorundur. Kendi fikrimizi, duruşumuzu savunmaya cüret edememek kurtuluşunu arayan her kadına karşı işlenmiş bir politik suç olacaktır. Bu nedenle devrimci kadın örgütlerinin eylem birliğini geliştirmeliyiz.

BİR GARİP SAVAŞ

Hırsızın suçu mutlaka açığa çıkacaktır, biz bu yazımızda ev sahibiyle ilgileneceğiz. Devrimci olduğu iddiasında olan kadın örgütleri kadının kurtuluşu sorununu başka öznelere bırakırken savunduklarını da bir kenara atmış görünüyorlar. Kadın örgütlerinin birçoğu açıkça feminizm çizgisini kabul etmektedir. Zaten bu örgütlerden beklentimiz şu anda kendilerini ifade ettikleri biçimden daha fazlası değildir. Sorun feminist olmadığını iddia edenlerdir: Benzeme aynılaşmaya götürecek ve nihayetinde devrimci çizginin reddi gelecektir. Biz ve bizim gibi birkaç kadın örgütünün “marjinal” olmasının sebebi de “aynılaşamamaları”dır, elbette becerisizlikten değil dayandıkları devrimci gelenekten ve beslendikleri sınıf tavrından kaynaklanan bir aynılaşmamadır bu.

Demokratik Kadın Hareketi (DKH) ve sağ tasfiyeci grubun 8 Mart açıklamalarına baktığımızda 8 Mart’a “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” bile diyememenin “dayanılmaz hafifliği”ne rastlıyoruz. Bu durumun kendisini bir “kafa karışıklığı” ya da “klavye azizliği” olarak değerlendirebiliriz, hadi öyle değerlendirelim ve devam edelim. DKH’nin “Savaşa, Yoksulluğa, Kadın Katliamlarına Karşı İsyandayız” başlıklı açıklamasında ve başlıkta bulunan “savaş” kelimesine dair içerikte bir cümle bulamadık. Bu ele alışla 8 Mart’ın yalnızca kimlik siyasetine sıkıştırıldığını görüyoruz. Anlıyoruz ki Barbara Anna Kistler yoldaşın ’92 yılının 8 Mart’ında okuduğu açıklama hafızalardan silinmiş, hatırlatalım: “Feministlerin dediğinin tersine kadın meselesi sınıfsal olandan ayrılmaz.”

Savaş meselesi! Sanıyoruz arkadaşlar sık sık andıkları Clara Zetkin’i de pek yanlış anlamışlar. Clara’nın savaş karşıtlığı doğrudan haksız savaşlaradır ve bu nedenle tam olarak anti emperyalisttir. Hem DKH’nin hem de sağ tasfiyeci grubun “tüm savaşlara” karşı mücadelesi bu dönemin öne çıkan özelliklerinden biridir. Ama yine de anlaşılır değildir. İki savaş türü vardır: haklı ve haksız savaşlar. Ülkemizdeki devrim mücadelesinin başından sonuna kadar silahlı mücadeleyi içermesi, savaşı bir kaçınılmazlık olarak dayatması, silahsız mücadelenin sınırlılığının bir gerçeklik olması ihmal edilebilir mi? Böyle bir ihmal devrimci niteliğin kararmasına neden olmaz. “Devrim için silahlı mücadele başından sonuna geçerlidir, tüm mücadeleler içinde silahlı mücadele esastır” bir ilke olarak yazılmıştır. Hâlâ bu ilkede ısrarcı olduklarını beyan edenlerin bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde savaşı dışlayan pozisyonları fazlasıyla kafa karıştırıcıdır veya kafa karışıklığına işaret etmektedir. Eğer arkadaşlar “bilinçli” savaş karşıtlarıysa revizyonist; değillerse apolitik olduklarını kabul etmelilerdir. Bu dönemde hemen her şeyin değiştiğini, geçmiş mücadele biçimlerinin artık terk edilmesi gerektiğini “eskiyi aşmak” olarak sunanlar var. Biz de eskinin aşılması gerektiğini ve kaçınılmaz olarak aşılacağını savunuyoruz; ama “eski” yıllarla aşılmayacaktır, bunun için mücadele, gelişme, uğraş gerekir. Eski yıllar geçtikçe oluşur, ne var ki her zaman yıllar geçtikçe kaybolmaz. Çürür, katlanılmaz olur ama varlığını sürdürebilir. Feodalizm gibi, kapitalizm gibi…  Tam da bu nedenle ilkelerde sebat etmenin revizyonizmle mücadelede yol gösterici olduğunu savunuyoruz.

Burjuva akımlar tarafından savaşın “erkek işi” olarak kabul edilmesi söz konusudur. Haksız savaşlar erkek egemenliğinin uygulanması, pekiştirilmesi ve yıkılmaması için de vardır. Kadınlar haksız savaşlarda, çok büyük saldırılara maruz bırakılmış, köleleştirilmiş, esir alınmış, göç ettirilmiş, köle pazarlarında satılmış, en ağır işkenceleri görmüş, tecavüze uğramıştır. Kadınların savaş karşıtlığı, ana hedefinde haksız savaşlar varsa devrimcidir. Kadınlar filler tepişirken ezilen çimenler olmak zorunda değil!

Haklı savaşlarda saf tutan kadınlar savaşın içinde geliştiklerini, özgürleştiklerini söylüyorlar. Gül Kaya (Nergiz) “Söz konusu erkekle simgeleşmiş bir alan, savaş olunca işimiz daha da zorlaşmış oluyor.” diyerek kadınlara ayaklarına dolanan sarmaşıklardan arınmak gerektiğini tembihliyor. Gamzegül Kaya (Ekin) “savaşma gerekçelerim her geçen gün artıyor” dediği yerden tutunuyor gerçeğe. Bu nedenle emperyalist-haksız savaşlara karşı haklı savaşlarda yer almaya devam edeceğiz. Biz “yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyoruz.” Kadını bazı mücadele alanlarıyla sınırlayan bu yaklaşım oldukça tehlikelidir. İnsanlığın parçası olan kadın insanlığın kurtuluşu için her alanda yılmadan mücadele etmelidir.

NE İÇİN BİRLİK?

Bu arkadaşları çoğunlukla bir burjuva grubun, akımın, hareketin arkasından giderken görüyoruz. “En geniş birlik” diyerek sadece “güce” dayanan birliklerde ısrar ederken yakalıyoruz. Sayı olarak çok olmanın, iktidar hedefinden yoksun çoklukların bir güç olmadığını biliyoruz. İktidar hedefi olmayan pratikleri “can suyu” olarak görerek güçlü olunmaz.

Sürece yanıt olmaya çalışırken sağa ve sola sapmalar farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Eylem birlikleri ideolojik birliklere kadar götürmeye başladı; çünkü eleştiri mekanizmaları samimi değil, düzlemin kendisi de kaygan!

Emekçi kadınların birliği, ezilen sınıflardan kadınların birliği esasa alınmadan hareket etmenin varacağı yer revizyonizm olacaktır. Buna karşı devrimci kadın örgütlerinin eylem birliğinin geliştirilmesi kadının kurtuluşunun devrimci tarzda ele alınmasının önünü açacaktır.

Kurtuluşunu arayan kadınların büyük çoğunluğu ezilen, emekçi kadınlardır. Bu kadınlar için kurtuluş düzene karşı, hâkim sınıfların çıkarlarına ve çıkar ilişkilerine karşı mücadele ile mümkündür. Burjuva sınıflardan kadınların kurtuluş arayışı ile emekçi kadınların kurtuluş arayışı aynı yerden başlayıp aynı yerde sürmez ve aynı yerde sonuçlanmaz. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nde proleter hareket içindeki kadın mücadelesinin burjuva hareket içindeki kadın mücadelesiyle karşı karşıya geldiğini ve ancak proleter hareketin ufkuna sahip olunduğunda her türden kadın düşmanlığının alt edilebilir olmaya başladığını unutmamalıyız. Jiang Qing bir proleter devrimci olarak kadına tanınan tüm geleneksel rolleri Çin revizyonizminin saldırganlığına karşı mücadelesinde reddetti. “Mao’nun dul eşi” olarak değil sürekli devrimin tam ve aktif bir savunucusu olarak, devrim için mücadeleden asla vazgeçmeyerek, yargılandığında içindeki revizyonizm nefretini yüksek sesle ortaya koyarak yaşamayı bildi.

Revizyonizmin hiçbir türü masum değildir. Örgütsüzlük istemi “birey kadınlar” için bir koruma ve özgürlük çağrısı değildir. Tam aksine artık gelenekselleşmiş olan bireyciliği koruma kaygısıdır ve tamamen bu istemi dayatanların bu düzende yeri bulunan dar çıkarlarından beslenmektedir. Elbette onlarla da yürüyeceğiz, elbette onları da dinleyeceğiz. Bunu kendi çizgimizi geliştirmek için yapmaktan vazgeçmeden, doğru olan çizgiyi geliştirmek sorumluluğunu ihmal etmeden ve birlik ihtiyacının büyük bir devrimci savaşı muzaffer kılmak amacından kaynaklandığını unutmadan yapacağız.